2011: Cumhuriyet eğitiminin tasfiyesi!

2011 yılında eğitim ve bilim alanında olup bitenler hiç de hayra alamet değil.

Başbakan Şubat ayazında, Mısır yönetimine “Sokağın sesini dinleyin” öğüdünü verip insanın içini ısıtırken muhalif yayın organı Oda tv basılıyor, kimi yazarlar ve akademisyenler derdest ediliyor. Muhalif yazarların, düşünürlerin, akademisyenlerin ve öğrencilerin derdest edilmeleri hâlâ devam ediyor.

Mart ayında, yurt dışından 40 bin yabancı dil öğretmeninin ithal edileceği açıklanıyor!

27 Mart’ta yapılan Yükseköğretime Geçiş Sınavı sonrasında, sınavda kopya iddiaları ayyuka çıkıyor ÖSYM Başkanı önce, “Şifre yok” dese de, sonra şifreyi kabulleniyor arkasından aralıklı olarak ÖSYM’nin çuvalladığı görülüyor. Ancak ÖSYM başkanına bir türlü dokunulamıyor.

YÖK, 10 Mart 2011 günü yayımladığı “Yükseköğretimin Yeniden Yapılanmasına Dair Açıklama”da, sistemin Bolonya Süreci çerçevesinde piyasalaştırılacağını belirtiyor: “… devlet, vakıf, özel veya uluslararası üniversite modelleri hayata geçirilebilir … Kurumların başarısının ortaya konması, ancak çeşitliliğe imkan veren rekabetçi bir ortam ile mümkündür. Rekabet, hem kurumsal düzeyde diğer yükseköğretim kurumlarıyla, hem de kurum içinde yenilenmenin ve gelişmenin itici gücü olacaktır. … Performansı değerlendirmeyi sağlayacak yeni açılımlara fırsat verilecektir. … Yükseköğretimde kalite güvencesi, hem çeşitliliğe imkan tanıyan rekabetçi sistemin sağlıklı işleyebilmesi hem de kurumların iç düzenlemeleri itibariyle büyük önem taşımaktadır” diyor!

O günlerde bir rektör de, “Bolonya Süreci ile Avrupa ‘da ve dünya üniversiteleri arasında rekabet artacak. … Seçimden sonra yapılacak anayasa değişikliği ile özel şirket üniversiteleri de gelecek” diyor!

Mayıs ayında Başbakan, “Ankara, Bağdat’a, Kahire’ye, Saraybosna’ya şimdi daha yakın” derken AKP’li bir belediye danışmanı Bayan, “Erkekler dört eş alabilmeli” diyor!

YÖK’ün, 27-29 Mayıs 2011 tarihlerinde düzenlediği “Uluslararası Yükseköğretim Kongresi: Yeni Yönelişler ve Sorunlar” toplantısında Cumhurbaşkanı, “Devlet üniversiteleri arasındaki rekabeti elastik bir yapıya kavuşturduğumuzda, performansları açık ölçüldüğünde ve ilan edildiğinde bu rekabet başlayacaktır” diyor! Bu toplantıda yükseköğretimin finansmanı için Amerikancı bir modeli, öğrencinin üniversite bedelini ödemesini savunan davetli konuşmacı, kısa bir süre sonra TÜBİTAK başkanlığına getiriliyor!

11 Haziran seçimleri sonrasında, Ömer Dinçer, bakanlığa getiriliyor. Dinçer intihalciliğiyle ve şu görüşleriyle biliniyor: “Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiğini ve nihayet laiklik ilkesinin yerine İslam ile bütünleşmesinin gerekli olduğu kanısını taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün ilkelerin laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin, daha katılımcı, daha ademi merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanı geldiğine inanıyorum”.

Kış aylarında bir ilahiyatçı, kadınları, erkekleri tahrik etmekle suçlarken yaz aylarında bir başka ilahiyatçı, “Dünya’yı, Güneş aydınlatmıyor. Dünya’yı aydınlatan, Güneş ışınlarını aydınlığa çeviren gündüz dediğimiz varlıktır. Gündüz dediğimiz varlık ufkun altında da olsa, bunu aydınlığa çevirmektedir. Karanlığın oluşması, Güneş’in batmasından değil, gece denilen varlığın ortaya çıkmasıdır” diyor!

Yaz sıcakları başladığında, bir vakıf üniversitesi, “besmeleyle” başlayan ve “mutlak bilgi kaynağının Kuran olduğunu” belirten “Mühendislik Tasarım ve Teknik Sunu Bilgileri” başlıklı teknik bir kitap çıkarıyor! Matematik ve teorik fizik alanındaki araştırma kurumu Feza Gürsoy Enstitüsü, TÜBİTAK'ın ilgisiz bir birimine bağlanarak, bilimden uzaklaştırılıyor! Türkiye Değerler Araştırması, toplumumuzun yüzde 77’sinin, “Bilim ile din çelişirse, her zaman din doğrudur” görüşünde olduğunu gösteriyor! “Toplumsal ve kültürel yapıların gelecekteki taşıyıcıları ve özneleri olan lise öğrencilerinin niteliklerinin, değerlerinin, tutumlarının ne olacağını ortaya koyma” araştırması ise gençlerin pek okumadığını, genellikle televizyon (%89) ve internet (% 78) izlediklerini, Anadolu liselerinde okuyan öğrencilerin üçte ikisiyle imam-hatip öğrencilerinin yarısının yurtdışında yaşamak istediklerini açıklıyor!

3 Haziran 2011 tarih ve 635 sayılı KHK ile TÜBİTAK ve TÜBA, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlanıyor bu kurumların siyasallaşıp piyasalaşmaları sağlanıyor!

26 Ağustos’ta Bakanlar Kurulu’nun KHK bombardımanı başlıyor.

26 Ağustos’ta 650 sayılı KHK ile Danıştay’ın iptal ettiği tam gün yasası işleme konuyor tıp fakültelerinde profesörler emekliliğini istiyor sağlık personelinin ithal edileceği duyuruluyor!

27 Ağustos’ta 651 sayılı KHK, TÜBA’nın üye yapısını kurumun İslamileştirilmesi yönünde değiştiriyor!

14 Eylül’de 652 sayılı KHK, cumhuriyet eğitimini tasfiye edecek bir yapı getiriyor: Bir şirket gibi yönetilecek bakanlık, denetimlerden vazgeçip dini öğretimin ağırlığını artırırken rekabetçi öğrenci yetiştirmeyi hedefliyor!

17 Eylül’de 653 sayılı KHK ile Kuran kursuna gitme yaşı küçültülüyor!

3 Kasım’da 666 sayılı KHK ile devlet personel rejimi değiştirilip siyasetçinin emrinde çalışacaklara, siyasetçinin dediğine karşı çıkmamaları için 3-5 kat fazla maaşlı sözleşmeli statü getiriliyor!

Kısa sürede 35 KHK bombası patlatılırken meclis vakarını koruyor, hiç sessini çıkarmıyor! Muhalefet partileri ise tam siper yapıyor. 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı törenleri iptal edilirken 17 Kasım’da, TBMM Başkanlığı başka işi yokmuşçasına “Sultan Abdülmecit ve Dönemi Sempozyumu”nu düzenliyor!

Tüm bunlar olur ve üniversiteler mayışıp kalmışken, bir üniversite toplum sağlığını tehlikede olduğunu açıklayan akademisyenine ceza veriyor bir diğeri dualarla açılışını yapıyor bir tanesi de üniversiteye Başbakan’ın adının verilmesine çalışıyor! Bir hukuk fakültesi dekanı açılış törene öğrenciler protesto etsin diye HSYK üyelerini davet ederken bir başkası, hem de Anayasa Mahkemesi üyeliği yapmış biri, “Anayasa’ya ‘yaratılanı yaratandan ötürü sevmeli’ ifadesinin konmasını” istiyor! Bazı anlı şanlı STK’lar da, gözlerini yumup kulaklarını tıkarken fırsatını bulduklarında Kurtuluş Savaşı’nı ve cumhuriyetin değerlerini küçük düşürmek için elinden geleni ardına koymuyor!

YÖK başkanı, görevinin bitimine günler kalmışken, kendi deyişiyle “Danıştay’ın arkasından dolanıyor” ve Genel Kurul üyelerinin bir bölümünün haberi bile olmadan, “Katsayıyı kaldırdım” diyor! Katsayının kalkması imam hatiplilerin önünü açtı yanılgısını yaratırken işin özünde tüm öğrenciler daha büyük bir rekabetin içine itiliyor!

Gelen YÖK başkanının ilk sözü de, “Uluslararası üniversitelerle rekabet edecek üniversite yaratacağım” oluyor!

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), imamların ailenin her derdiyle ilgilenmesi çocuk ve gençlerin camiye alıştırılması çocuk kulüpleriyle iletişime geçilmesi kadına karşı şiddetin önlenmesi 1000 mollanın ücretli imam olarak görevlendirilmesi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile aile yapısının ve değerlerinin korunması projelerine soyunuyor!

1924’te bilimsel, parasız ve karma eğitime geçen, 1931’de "Darvin" kitabını yayımlayan bakanlık, 2011’de evrimi anlatan biyoloji öğretmeniyle “Çanakkale Savaşları gökten inen yeşil cüppelilerce kazanılmadı” diyen tarih öğretmenine ceza veren bir bakanlığa dönüşüyor. Bakanlık DİB ile yarışa girişiyor 652 sayılı KHK ile kapatılan Beden Eğitimi ve İzcilik Dairesi Başkanlığı’nın işleri ile “Evin Okula Yakınlaşması ve Değişen Anne Baba Rolleri” projesini Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün sorumluluğuna veriyor! 1920 sonlarında Farsça ve Arapça öğretime son veren, birkaç yıl öncesinde de Fransızca ve Almanca öğretimini boşlayıp bu öğretmenleri 1,5 aylık kurs sonunda İngilizce öğretmenine dönüştüren bakanlık, bu yıl Arapçayı ilköğretimde seçmeli ders yapıyor! Bakanlık, Dinçer’in düşündüğü gibi, daha Müslüman bir yapıya bürünüyor!

2011, Türkiye toplumunun Ortaçağ karanlığına sokulmasının hazırlıklarının tamamlandığı yıl oluyor.

Rekabet, piyasalaşma ve dincileşme hem birbirini besleyen hem de bilimsel, kamusal ve eşitlikçi eğitimi yok eden bir döngü oluşturuyor. Bu kısır döngü, akla, bilime ve aydınlığa sahip çıkmakla kırılabiliyor.

Mutlu yıllar, ancak aydınlık bir dünyada yaşanabiliyor.

[email protected]