'Suçluyorum!'

İlk günden yapılması gereken yapılamadı. Ülkenin sürüklendiği İslami hizipler arası (ve emperyalizmin de sahne aldığı) şiddet sarmalının asıl siyasi sorumlusu olan iktidar suçlu ve sorumlu ilan edilemedi. Şimdi RTE ve diğerlerinin itirafları üzerinden yeni bir fırsat doğuyor. Bu fırsat yakalanabilecek mi, yoksa “yapıcı muhalefet” ürkekliği içinde gene harcanacak mı? 4 Ağustos İzmir mitingine bakılırsa harcanacağı kesin gibiydi. 7 Ağustos’ta AKP Yenikapı mitingine katılma kararı, neredeyse hiç umut bırakmadı.

Kemal Kılıçdaroğlu, darbe girişimi sonrasındaki konuşmalarında Dreyfus davasına ilgi gösterdi. Bağnaz bir anti-semitist ayırımcılığa konu olup haksız yere casuslukla itham edilen Yüzbaşı Dreyfus’un davasını üstlenen bir aydının (adını vermeden) nasıl olayın seyrini değiştirdiğine iki defa vurgu yaptı. Şimdi bir kere bu davada “bir aydın” diye ifade edilen kişisi ünlü yazar Emile Zola’dır ve Dreyfus’ün adı bugünlere kaldıysa onun sayesindedir. Dolayısıyla Zola’dan ‘bir aydın’ diye bahsederek ismini anmamak veya ikinci plana atmak yanlıştır, bir kahraman aranacaksa o da Dreyfus değil siyasi ve hukuki önyargılara karşı tek başına bayrak açma cesaretini gösteren Zola’dır.

Tamam, bu dava aslında Ergenekon-Balyoz-Casusluk davaları için örnek olabilirdi. Ama önemli bir farkla: Türkiye’de 2007-2013 döneminin örtük darbe sürecinde, Fethullahçılar tarafından iktidarın onayıyla teslim alınmış yargıya, AKP iktidarının polis kumpaslarına, satın alınmış liberallere, arkasındaki emperyalist odaklara karşı korkusuzca adaleti savunanlar, Silivri önünde sayıları onbinlere ulaşan yurttaşlardır; kuşkusuz aralarında Türkiye’nin yüzakı aydınlar, hukukçular, siyasetçiler, Dani Rodrik gibi bilimadamları da vardır. Dolayısıyla, tek bir subaya karşı yapılan ayrımcılık ve buna karşı adalet fitilini ateşleyen tek bir aydın örneğinden çok daha fazlası vardır. Tüm bir silahlı kuvvetleri çökertme/içten teslim alma darbesi vardır ve buna karşı çıkış da aynı ölçüde kitlesel olmuştur.

Zola’ya değinmemizin nedeni aslında daha farklı: Zola, bu davada pasif bir haklar savunuculuğu yapmak yerine Fransız Hükümetine karşı yazdığı “İtham Ediyorum” (veya “Suçluyorum” =“J’accuse”) başlıklı makalesiyle aktif bir tutum takınmış, sürgünü bile göze almış ve ancak böylelikle Fransız kamuoyunu sarsmış ve önemli bölümünü arkasına alabilmiş, davanın yeniden görülmesini ve Dreyfus’ün aklanmasını sağlayabilmiştir. Deyim yerindeyse, akıntıya karşı kürek çekmiş, sonuçta akıntıyı lehine çevirebilmiştir. Peki, bugün bunu yapabilecek tek kitlesel güç olan CHP bunu neden yapamamakta, akıntıya (Tayyib’in yükselen karizmasına) karşı duramamaktadır? Bunu CHP yapamayacaksa kim yapacaktır? Bugün değilse ne zaman yapacaktır? İş işten geçtikten sonra, hiçbir hareket olanağı kalmadığı zaman mı?

İstanbul ve İzmir mitinglerini, “hem suçlu hem mağduru” oynayan AKP/RTE’ye karşı böyle bir meydan okumaya çevirmek yerine “demokrasi üzerinde uzlaşmak” üzerine AKP’ye öneriler sunmaya dönüştürmek nasıl bir anlayıştır doğrusu anlamak özel bir çaba gerektiriyor. 14 yılın AKP iktidarı 15 Temmuz’dan aldığı derslerle laik-demokratik bir hukuk devleti düşüncesine gelmiştir de acaba biz mi farketmedik? AKP, darbe girişimi sonrasında nedamet getirip demokrat olmasa dahi hiç olmazsa uzlaşmacı olmaya ve toplumun diğer yarısıyla bir konsensüs arayışına mı yönelmiştir? Bunun böyle olmadığının CHP yönetimince bilindiği anlaşılıyor, çünkü OHAL ve KHK’lere karşı görüşler belirtiyor, Anayasaya aykırılıktan bahsediyor, KHK’lerin hemen TBMM’ye sunulmasını istiyor. Peki ne yapmak için? Bu KHK içeriklerini yasal güvenceye kavuşturmak (ve OHAL’in 3 aylık süresi sonrasında kadük olmalarını engellemek) için mi, yoksa Meclis’te geçilmez bir Magina hattı kurmak için mi? Bu ikinci şıkkın olmayacağı anlaşılıyor. Anlaşılan sadece “biz yumuşak güç kullanarak iktidara sözümüzü geçirdik, KHK’leri Meclis denetimine aldık; bu sonuç Meclis’in ve CHP’nin zaferidir” gibi kısır bir başarıyla övünebilmek adına… Ne hazin bir tablo! Kaldı ki, AKP KHK’leri Meclise getirmese de, getirip yasalaştırsa da bunlar hakkında Anayasaya aykırılık gerekçesiyle AYM’ye gidilmeyeceği CHP Genel Başkanınca peşinen ifade edilmiş olması da (eğer bu karar değişmezse), yasamaya ilişkin mücadele araçlarının kullanılmayacağının hazin bir ikrarı olmaktadır. Bunun, “dokunulmazlıklar” konusunda AYM’ye gitmemekten çok daha ağır sonuçları olacağı acaba dikkate alınıyor mu?

Soruyu tekrar sormak gerekiyor: Neden CHP yönetimi, asıl olarak da CHP Genel Başkanı, AKP/RTE yönetimiyle demokrasi oyununu oynamaya devamda yarar görüyor?

Sakın cepheden mücadeleyi göze alamamak nedeniyle olmasın? Böyle bir mücadeleyi göğüslemeyeceği, iktidarın (ve artık yanında merkez medya dâhil tam kadro dizilmiş medyasını) CHP aleyhine kışkırtmasına karşı savunma hattı kurulamayacağı gibi düşüncelerle mi işbirliğine veya pasif muhalefete sığınıyor? Peki AKP’nin ülkeyi 15 Temmuz’dan sonra daha büyük bir ivmeyle sürüklediği rejim değiştirme akıntısına karşı durmayı göze alamadan, AKP’nin huyuna suyuna giderek ulaşılabilecek yer neresi? TSK’yı ele geçirmek için her türlü kumpası kurmakla yetinmeyip son kalkışmayı bahane ederek tüm hiyerarşik yapısını tarumar eden, bu anlamda da emperyalizmin işine gelebilecek tüm adımları atabilen bir geri anlayışın hangi tavrıyla dayanışma içinde olacaksın?

Ülke böylesine çılgın bir girdaba sürüklenirken, sol-cumhuriyetçi kesimlerin öfkesini yatıştırmaktan -ki onu dahi başarabildiği şüphelidir- veya daha doğrusu enerjisini boşa akıtmaktan başka bir işe yaramayan mitingler ne işe yarıyor? Üstelik RTE/AKP’nin 7 Ağustos Yenikapı mitingine MHP yönetimi ile birlikte CHP yönetimi de tam kadroyla katılarak neye/kime hizmet etmiş oluyorlar?  “Demokrasi kardeşliği” üzerinden AKP rejiminin bekasına mı? Yoksa, iktidar partisinin ve fiili liderinin aşırı prim yaptığını düşündükleri bir ortamda kendi yerlerini konsolide etmeye mi? Doğrusu çok yazık.

Çok yazık, çünkü Türkiye’de nakşi ağırlıklı dinci iktidarın muhalefetinin de nurculardan oluştuğu ve bunun kanlı bir çatışmaya yol açtığı bir dönemin yaşanmış olması Türkiye Cumhuriyeti’nin çürümüşlüğünü gösteren acı bir tabloyken, Cumhuriyetin kurucu partisinin bunun hesabını soracak bir meydan okumadan özenle kaçınıyor olması ayrı bir umutsuzluk tablosudur.

“İyiniyetli” çabalarla iktidarı yola getirmeye veya yoldan iyice çıkmamasını sağlamayı marifet sanan, bunun maharetli bir politika yöntemi olarak görülmesini isteyenlere söylenebilecek son şey, teokratik faşizme giden yolların taşlarını iyiniyet hamleleriyle döşemekten vazgeçmedikçe, yeni rejimin hem sorumluluğuna ortak olunacak hem de altında kalınacaktır.

CHP seçmenleri, üyeleri ve yönetici kadroları bütün bunların etraflıca düşünülüp tartışılacağı yeni bir döneme girildiğini ve bunun için zamanın çok daraldığını görmek durumundadırlar.