Anayasa yalanları

Hedefe ulaşmak için "papaz kıyafeti" dâhil her kalıba girmeyi göze almış bir radikal İslamcı hareketle 15 yıldır karşı karşıyayız. Eğilip bükülmelerinde, hakikatleri eğip bükmelerinde, sürekli ittifak tazelemelerinde, eski dostları sonradan düşman bellemelerinde (veya tersi), hayal güçlerinin marazi anlamda sınır tanımazlığında şaşılacak bir durum yok.

Yeni olan, bu hareketin 2016 ortasından itibaren kendi sivil darbesini yapmaya yönelerek vites büyütmek zorunda kalması. Hareketin kendisi için değilse de hareketin lideri açısından, lidere ısmarlama elbise gibi biçilen bir anayasal rejim değişikliğini acil gündemine eklemek durumunda kalması.

Uzun erimli hedefleri bakımından istikrarlı (bunu yeni farkedenlere geçmiş olsun), ama kısa/orta erimli politikaları bakımından mekân ve zamana göre farklı tavırlar alabilen bu eyyamcı hareket, giderek kısa/orta erimlerdeki politika esnekliğini yitirmeye, bir inandırıcılık ve meşruiyet krizi içine girmeye başlamıştı. 15 Temmuz darbe girişimi bunu had safhaya taşıdı. Dolayısıyla artık vade ve mekân farklılıklarına göre farklı politikalar uygulaması, farklı görünümler sergilemesi, kendini farklı biçimlerde pazarlaması güçleşti. Uzun vade kısa vadeyle örtüşmeye başladı. Gerçek kimliği içerde ve dışarda görünür oldu, "kral çıplak" diyebilenler çoğaldı.

Tabii bu gelişmeler oldu diye, gerçekler tüm toplum tarafından çıplak gözle görülmeye, yalanlar rafa kalkmaya başlamış değil. Rejimin yalandan beslenmesi bir büyük ihtiyaç olarak sürmekte. Örneğin, Anayasaya niçin “evet” denilmesi gerektiği konusunda kararsızları ikna etmekte güçlük çeken iktidar mahfilleri, ya “hayır”cıları düşmanlaştırarak ve engelleyerek, ya dış krizler yaratıp bir “stadyum milliyetçiliğini” körükleyerek ya da “Anayasa yalanlarına” başvurarak oyların rengini değiştirmeye çalışmaktalar. Bu sonunculardan en çok öne çıkardıkları konu da, önerdikleri rejimde cumhurbaşkanının mevcut sistemde olduğundan daha sıkı denetlenecek olduğu faraziyesi. Bunun doğru olmadığına biz aslında 13 Aralık 2016 tarihinde soL Portal'da "Yeni Rejimin Anayasası" yazımızda değinmiştik. Ama aslında karşılaştırmayı bir adım daha ileri götürerek bugünkü başbakanın denetim koşullarıyla karşılaştırmak daha doğru olacaktır, çünkü önerilen rejimde cumhurbaşkanı aynı zamanda başbakandır da. Hatta bir “tek adam hükümeti” değil, yargıyı ve diğer tüm kurumları da belirleyeceği için “bir tek adam devleti” söz konusu olacaktır.

Peki bugünkü başbakan ile önerilen cumhurbaşkanı statüsünü denetim açısından karşılaştırırsak ne görürüz? Bu karşılaştırmayı EMO Dergisi için Şubat ayında yazdığım uzunca bir makalenin küçük bir bölümünü aktararak yapalım:

"Önerilen anayasal sistemde başbakanın yetkilerini devralan cumhurbaşkanının onun cezai sorumluluklarını da devralıp devralmadığına bakalım. Bugünkü Anayasanın 100. maddesinde başbakan veya bakanlar hakkında Meclis Soruşturması açılması konusu düzenlenmektedir. 100. maddeye göre, başbakan hakkında Meclis üye tam sayısının en az onda birinin (yani sadece 55 milletvekilinin) vereceği önerge ile soruşturma açılması istenebilirken, yeni teklife göre bu amaçla önerge verilebilmesinin yeter sayısı 301'e yükselmektedir! Mevcut durumda, başbakan hakkında soruşturma açılmasına karar verilmesi halinde, partilerin güçleri oranında temsil edilecekleri komisyon oturuma katılanların salt çoğunluğuyla kurulabilirken (eğer karar yeter sayısı istenirse Meclis üye tam sayısının 1/4'ü yani 138 milletvekili yeterli olurken), önerilen düzenlemede cumhurbaşkanı için kurulacak soruşturma komisyonu için 3/5 oranı yani 360 milletvekili aranmaktadır! Nihayet, şimdiki halde başbakanın Yüce Divan'a sevki Meclis üye tamsayısının salt çoğunluğunun (yani 1/2 artı 1 yani 276 milletvekilinin) kararıyla alınabilirken, önerilen düzenlemede başbakan yetkilerini devralan cumhurbaşkanı için 2/3 oranı yani 400 milletvekili gerekli olmaktadır!

Pek üzerinde durulmamış bir konu da şudur: Mevcut Anayasa 113/3'de, "Başbakanın Yüce Divana sevki halinde hükümet istifa etmiş sayılır" hükmü vardır. Oysa önerilen anayasa teklifinde, yüce Divan süreci tamamlanana kadar cumhurbaşkanı istifa etmiş sayılmıyor; 3+3 yani 6 ay sürebilecek bir yargılama süreci sonunda "Yüce Divanda seçilmeye engel bir suçtan mahkûm edilen Cumhurbaşkanının görevi sona erer" hükmü getiriliyor. Peki cumhurbaşkanının görevi sona erince ne oluyor? Yasama organının yani 600 milletvekilinin de görevi sona ermiş oluyor. Peki bu durumda bu milletvekilleri cumhurbaşkanını Yüce Divana göndermek isterler mi?

Bu arada mevcut durumda başbakana Yüce Divan'a sevk bakımından bakanlardan daha fazla koruma sağlanmamıştır. Oysa önerilen anayasada, cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanlar için de cumhurbaşkanı için öngörülen yüksek oranlı koruma sağlanmıştır; yani Yüce Divan'a gönderilebilmeleri aynı ölçülerde zorlaştırılmıştır. Bunun arkasında, 17-25 Aralık sürecinde istifaya zorlanan ve göstermelik de olsa Meclis soruşturmasına muhatap kılınan bakanlardan Erdoğan Bayraktar'ın Başbakanı da istifaya davet etmesi gibi istenmeyen iç hesaplaşmaların ortaya çıkabilmesini peşinen engelleme niyeti bulunmaktadır. Yaşamın dersleri, AKP/Erdoğan tarafından anayasa hükmüne dönüştürülmek istenmektedir.

Üstelik cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların büyük bölümü milletvekili olarak seçilmiş olmayacakları için, içinden çıkmadıkları Meclis'e karşı daha az sorumluluk duyacaklardır. Zaten cumhurbaşkanı yardımcılarının ve bakanların Meclis tarafından denetlenme araçları da ya tasfiye edilmekte ya da içleri boşaltılmaktadır."

İşte böylesine bir denetimden kaçışı düzenleyen bir anayasayı, yalanlara başvurmadan nasıl pazarlayabilirsiniz?

***

Bitirmeden önce, bir radikal İslamcı azınlığın önce hükümeti, sonra devleti ele geçirebilmesini; şimdi ise siyasi rejimi dönüştürecek bir anayasa yapımına girişebilmesini; yarın da, eğer fırsat bulursa, 2023 hedefi doğrultusunda anayasal teminata alınmış bir din devleti oluşturmaya cüret edebilecek olmasını sıradanlaştırmamak gerektiğinin altını çizmek isterim.

Bu kadar üst düzey asker-sivil bürokratın ve yargı mensubunun aydınlanma ve Cumhuriyet düşmanı dini tarikatlerin müridi veya emireri olabilmelerinin gösterdiği iki şey var: Bir, Türkiye’de eğitim devrimi 1946 sonrasında fena halde tökezlemeye başlamış, Cumhuriyet rejimi, 50 yıl içinde kendi zıddını yaratacak bir dinci örgütlenmeye iktidar yolunu açmıştır. Bunun AKP öncesindeki kuluçka süreçlerinin, alternatifi yaratılarak zamanında engellenememesinde bütün hükümetlerin etken veya edilgen sorumluluğu vardır. İki, Türkiye’de cehaletin boyutları sanıldığından daha köklü, yaygın ve örgütlüdür. Olay AKP ile başlamamıştır ve sadece AKP’nin yenilmesiyle de sona ermeyecektir. Ama herşey onun geriletilmesiyle başlayacaktır. O nedenle 16 Nisan’da AKP’ye/Erdoğan’a “DUR” denilmesi, oylanan metinden daha da önemlidir.