Züğürt tesellisinden bayram şenliğine

Tamam, karamsarlığın âlemi yok, denebilir. Geriletilmeye, yozlaştırılmaya, hatta yıkılmaya çalışıldığı ileri sürülen cumhuriyet, aynı zamanda, yıldan yıla gittikçe çoğalıp coşkunlaşan halk yığınları tarafından kutlanıyor. Cumhuriyeti kutlamanın soğuk yüzlü, sevimsiz resmi törenlerin konusu olmaktan çıkıp, gönüllü kalabalıkların biraz örgütlü biraz kendiliğinden şölenine dönüşmesi, öyle bir eğilim göstermesi iyidir.

İyidir; çünkü, böylelikle hem cumhuriyetin içinde bulunduğu ve savunucularını kaygılara sürükleyen durumuna ilişkin bir iyimserlik havası yaratılabilir, hem de yıkıcılarını durdurmaya olmasa bile ürkütmeye yarayabilecek bir gözdağı verilebilir. 

Ama işte buraya kadar!

İyimserliğin buradan öteye de ulaşabilmesi, başka bir anlatımla, züğürt tesellisi olmaktan çıkıp bayram şenliğine dönüşebilmesi için bu kadarı yetmez. Bundan fazlası gerekir. Özellikle iki açıdan böyledir.

Birincisi, karşıtlar ya da yıkıcılar önemli bir mesafe kaydetmiş durumdadırlar. Dolayısıyla, öyle laylaylom ağırlıklı, şöyle de söylenebilir, içeriksiz ya da içeriği tam bir açıklıkla vurgulanmamış gösteriler, kuşkusuz belli bir ağırlık taşımak ve etkili olmakla birlikte, o mesafenin sağladığı imkânları kayda değer ölçüde sınırlamaya yetmez.

İkincisi ve daha önemlisi, simgesel olarak 1923 yılı ile başlattığımız cumhuriyetten geriye kalanlar, git gide azalmaktadır. Azalmanın önemsizleşmeyi birlikte getirerek ortaya çıktığı eklenmelidir. Elde kalan kuralların, kurumların, alışkanlıkların, düzeneklerin, kısacası her türlü kazanımın, var olanları korumak ve yenilerini oluşturmak bakımından, son derece yetersizleştiği söylenebilir. Büsbütün engelleyici bir niteliğe büründükleri ileri sürülemezse eğer…

Şimdi, bu cumhuriyetle ne yapılabilir, onu savunulmaya, uğraşılmaya, kurtarılmaya değer bir duruma getirmek için nasıl bir çaba göstermek gerekir? Çaba göstermenin karşılığında ne almak, neyi beklemek, nereye ulaşmayı hedeflemek doğru olur?

Çok bilinen, en azından benim öyle sandığım fıkradaki öğretmene benzetilemez mi bizim durumumuz?

Bilmeyenlerin de az sayıda olmadığını varsayarak o öyküyü yazmakta sakınca yoktur, umarım.

İki arkadaş dans öğrenmek üzere bir öğretmene başvurmuşlar. Öğretmen kendileriyle bir ön görüşme yapmış. Birine sormuş: “Siz ne kadar biliyorsunuz bu dansı?” Doğruyu söylemek gerekirse, hiç bilmiyorum, diye yanıtlamış hevesli öğrencilerden ilki. Ötekine dönmüş öğretmen: “Ya siz?” demiş. Arkadaşından bir adım öne çıkmış olacağını düşünen ikinci öğrenci, az çok belli bir övünmeyle konuşmuş: “Ben biraz biliyorum efendim.”

Dans öğretmeni ilkine “Sizden 50 lira saat ücreti alırım.” demiş. Sonra ikinciye dönmüş: “Size gelince, her saat için 100 lira vereceksiniz.”

Şaşırmış öğrenci, “Ama nasıl olur” diye itirazda bulunmuş, “ben biraz bildiğimi söylemiştim.” Öğretmen, “İyi ya,” diyerek ısrar etmiş, “sizinle işim daha zor olacak; önce bildiklerinizi unutturmam gerekecek.”

Sözü getirmek istediğim yer şurası: Anayasasında yazılı demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti biçiminde dile getirilmiş temel niteliklerinden uzaklaştığının kanıtlarını hemen her gün sergilemekte olan bu cumhuriyeti, bugün ulaştığı haliyle korumak ya da savunmak mümkün görünmüyor. Aynı imkânsızlık, o niteliklerin eksiksiz var olduğu sanılan geçmiş zamanlara dönülerek sağlanabilecek bir kurtuluş umudu için de geçerli. “Eski güzel günlerin” özlemi ve beklentisi içinde, onları geri getirmeyi amaçlayan bir mücadele yürütülebilir mi? Böyle bir savunma ve koruma çabası, ne kadar coşkulu ve özverili olursa olsun, sadece cumhuriyetin büsbütün ortadan kalkması, adıyla sanıyla yok olması ile sonuçlanabilir.

Evet, cumhuriyet sonsuza kadar varlığını sürdürecektir; bu inanç temelsiz sayılamaz. Var olmaya devam edecektir; edecektir de, ancak ve ancak, ona yenilenmiş niteliğiyle gerçekten ihtiyaç duyan emekçi sınıfların açık seçik damgasını taşıyarak…