Zamanı hiç gelmeyen

Geçen gün bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Benim yaşlarımda, demek yetmişine geliyor. “Hocam,” diyordu, “bunca yaş yaşadım, ‘sosyalizm iyidir hoştur da, şimdilik bir kenarda dursun, zamanı değil, hele bir şunu geçelim, bunu atlatalım, berikini başaralım, sonra bakarız…’ sözlerinden başkasını duymadım hiç.”

Uyduruyor değilim, uydurmak dediysem, var olmamış bir yaşantıyı betimleme türü bir yaratıcılık göstererek yazıya farklı bir hava katmaya uğraşmıyorum.

Bunu konuştuğumuz arkadaşım, söylediklerini yakınma olarak bırakmıyor, eskilerden ve yenilerden örneklerle de destekliyordu.

Benzer yaşantıları ondan eksik kalmamış biri olarak benim de katkılarımla konuşma sürüp gitti. Artık konuşma mı demeli, dertleşme mi, yoksa, birbirimizi ağlama duvarına dönüştürme mi, bilemem.

Çok eskilerden başlar ve kendi topraklarımızla da sınırlı kalmazsak, tek ülkede sosyalizmin olabilirliği anlaşılmıştı;  önemli bir coğrafyada sosyalist iktidar ortaya çıkmış, onun gücüyle sosyalist toplum inşa ediliyordu. Bu, gerçekten, her şeyden değilse bile, pek çok şeyden önemliydi. Önemliydi ama, sonunda çıka çıka şöyle bir yere çıktık: Başka coğrafyalarda sosyalizmden söz etmek, hele hele sosyalist iktidarı ilk hedef sayarak mücadele etmek bir süreliğine ertelenebilirdi. O sürenin belirsizliği ve belirsizlikten doğan tükenmezliği bile göze alınabilirdi, alınmalıydı. Bu açıklıkta olmasa da anlatılan, önerilen, geçerli kabul edilen aşağı yukarı buydu.

Böyle diye diye ve başka gerekçelerle aynı erteleme kapısına çıkan başka sözler de söyleyip işler yaparak, o arada yapılması gerekli ve mümkün olanları yapmayarak epey bir zaman geçirdik. İktidarı almayı gündemin en başına koymadan hep savunma konumunda kaldık. Sonunda, gün oldu devran değişti, savunmayı da beceremez olduk. Hatta, ne tuhaf mı demeli yoksa öyle olacağı belliydi mi, savunacak bir şey bulamaz duruma geldik.

Oralara gelmeden önce, ne olduğunu anlayıp anlatmakta, nasıl oluyorduysa, inanılmaz bir güçlük çektiğimiz “demokrasi”yi savunmaya çabaladık en çok. Onu koruyup kollamaktan, sık sık da bu işi beceremeyip yokluğunun dayanılmaz acısına katlanamadığımızda yeniden kazanmaktan başka bir iş, heves, amaç bilmez olduk.

Bütün bunların peşinde kimileyin ağır aksak, kimileyin olağanüstü özverili çabalar harcar giderken, zamanımız da sınırsız değildi haliyle, ne için yola çıktığımızı unutmak demeyelim, o kadarı pek aşırı olur ama, en iyimser anlatımla,  hatırlamakta ciddi sıkıntılar çekmeye başladık. Gide gide, sadece ezim ezim ezilen yok yoksul emekçiler için değil, anlı şanlı devrimciler için de sosyalizm denilen her neyse onu da enikonu hatırlamaz olduk.

Uzatmayalım, o arkadaşımın pişmanlık ve basbayağı öfke dolu deyişiyle, onca yıl boyunca demokrasiyi savunmaktan, yeniden onarmaktan, onun düşmanlarını alt etmek için türlü türlü uğursuz işbirliği içine girmekten, böylece en iyisini, en ilerisini, en bilmemnesini kurmaktan, her şeyden önce bunu yapmak için çabalamaktan sosyalizme sıra gelmedi.

En sonunda, şunu söylemekten başka çare kalmadı mı, nedir: Vah sosyalizm vah, ne kadersizmişsin ki, senden kaçan devrimcilerin eline düşmüşsün!

Kısa bir söyleşiydi. Yakın bir yere doğru yürürken, bir tür ayaküstü dertleşme de denebilir. Aslında, burada aktarırken, bir yandan, ortak bir sorumluluğu üstlenmekten kaçınmama kaygısı ile birinci çoğul kişi öznesi kullanıp, bir yandan da kişi olarak o biz öznesinin içinde pek kısa bir süre bulunmuş olduğumu hatırlayarak kendime haksızlık ettiğimin farkındayım. Olsun varsın. Tek tek kişiler olarak günahı az sayılabilecekler arasında bulunsak da, egemen görüş olma becerisini gösterememiş olmak yeterince ağır bir suçtur ya da kabahat. Suç ya da kabahat, burada hiç fark etmiyor. Yanılgıdır, hatadır, yetersizliktir; bunlara benzer sözcüklerle de anlatılabilir.

Devrimciler bakımından durum, özetle, budur.

Arkadaşımla vedalaşıp ayrıldıktan sonra aklıma takılanı da yazmadan geçemeyeceğim. Emperyalizm çağında sosyalist devrimden başka devrim olamayacağına, daha doğrusu, ardına düşülecek, uğrunda mücadele edilecek başka bir devrim gündeme gelmeyeceğine göre, devrimden ve devrimcilik iddiasından vazgeçmeden yaşamaya devam etmekten söz edenler için şu kadarı yeterince açık olmalıdır: Sosyalist devrimi herhangi bir nedenle gündem dışı bırakan yahut gündemin sonuna atan, devrim sözünü hiç ağzına almamalıdır.

Gerçi, alırsa da alır elbette; üstelik bizim soyumuzdan olanlara saydırmadığını bırakmaz. Ne denebilir! Ama devrimciler açısından onlar “el”dir ve, çok bilinen deyiş buraya da uygun düşer,  “elin ağzı torba değil ki, büzesin!”