Her durumda düzen tarafı için feraha çıkış kolay görünmüyor; başka bir dünya isteyenler için görünense bolca didinme, bolca zorlu uğraş… Zorlu, ama hayatın ta kendisi…
Yönetmek kolay mı?
Mesut Odman
Kimin, neyi, ne zaman, ne amaçla yönettiğine bağlı. Çok kolay da olabilir, üstesinden gelinemeyecek kadar güçleşebilir de. Yazıyı şuraya doğru yönlendirebiliriz: Hiç de seyrek görülmeyen ve yönetememe sözcüğüyle anlatılan durumun göstergeleri nelerdir? Devrimci durum öğretisinin özgün yazılışındaki deyişle, “yukarı sınıfların” yönetemez oluşlarından söz etmek hangi koşulların varlığında mümkün ve/veya gereklidir?
Önce bir uyarı: Bu sorunun boşuna olduğu ileri sürülebilir; çünkü, eski dönemlerle karşılaştırıldığında yönetemez olmak söz konusudur burada. Bir görelilik vardır. Öyleyse, yönetememe durumuna ilişkin her zaman geçerli ölçütler aramak, pek de anlamlı ve gerekli bir çaba sayılmaz.
Başka bir açıdan bakıldığında ise “yukarı sınıflar” yönetemez olduklarını, belki bir istisna ile, kabul etmekten kaçınırlar. Şu basit nedenle: Böyle bir kabulleniş, güçsüzlüğün, hatta yenilginin itirafı anlamına gelir. İstisna ise şuna bağlıdır: Eğer egemen sınıflar kendi buyrukları altındaki devlet mekanizmasında yeni, kendileri için daha imkânlı baskı ve denetim araçları geliştirmek peşindelerse yahut bunları önemli ölçüde hazırlamış ya da hazır bulmuş da hayata geçirmenin yollarını arıyorlarsa, o itirafı göze alabilirler; bu koşullarda, elimizdeki imkânlarla memleket idare edilemez hale geldi, diyebilirler. Başbakan olduğu altmışlı yılların ortalarından başlayarak “bu anayasa ile memleket idare edilmez” diyen Süleyman Demirel bu durumun simgesel örneğidir. Onu muhtıra ile devirip anayasayı nerdeyse tanınmaz ölçüde, ama onun istediği yönde değiştiren darbeciler ile yine aynı burjuva siyasetçisini bu kez düpedüz askeri darbe ile devirip anayasayı toptan ortadan kaldıran generaller, öteki örneklerdir. Peki, bugünküler? “Türk tipi başkanlık icadı” ile demokrasi dinine evrensel bir katkının ardına düşenler? Kimilerinin dediği tahmin edilebilir, çok büyük yetkilerle gül gibi yönetip giderlerken dertsiz başlarına dert mi aldılar, yoksa artık eskisi gibi yönetemez oldukları için yeni güç ve yetki desteklerine mi ihtiyaç duydular? Ya şimdi yeniden hortlatılan değişiklik istekleri?
Soruları bırakıp devam edelim.
Evet, egemen sınıflar yönetemez olduklarını itiraf edebilirler; ama kendi biçemleriyle: Düpedüz, artık yönetemez olduk, değil de, örneğin, yeni yaklaşımlar/çözümler/çareler bulunmazsa bu ülke/bu toplum/bu ayak takımı artık yönetilemez duruma geldi, diyerek… Bu tür söylemlerle…
Bununla birlikte, sonuncusunu, söyleyebileceklerini sıralarken önceki cümlede yazıverdiğimiz “ayak takımı”nı, asıl duygu ve düşüncelerine en uygunu olsa bile hiç dillendirmezler; çünkü, tasarladıkları yeni ya da daha etkili önlemlerle terbiye edecekleri ana hedef o ayak takımıdır ve onları terbiye edilmeleri gerekliliğine inandırmak bakımından bu tür aşağılayıcı söylemler, genellikle, elverişli değildir; tersine, onları pohpohlamak, kandırmak, olmayacak hülyalara daldırmak ve bunlara benzer yollar bulmak zorundadırlar. Yine de, az önce, aşağılayıcı söylemlerin elverişsizliğini belirtirken genellikle sözcüğünü ekledim. Buradan, o tür söylemlerin de zaman zaman kullanıldığı ve etkili olduğu anlamını çıkarmak yerindedir; bunun örnekleri, çok sıkıntılı olmayan bir çabanın sonunda, ülkemizin bugünkü koşullarında bulunup gösterilebilir.
Gösterilebilir de biz şimdi bununla uğraşmayıp devam edelim yine.
Bir devrimci durumun varlığını saptamak bakımından, aşağı sınıfların eskisi gibi yaşamak istemiyor olmaları, genellikle, yeterli değildir; aynı zamanda, yukarı sınıfların da eskisi gibi yaşayamaz, hep uygulayageldikleri yol ve yöntemlerle yönetemez, egemenliklerini sürdüremez olmaları gerekir. Bunları çok yinelemişizdir. Ama şimdi, biraz daha başka yönleri üzerinde düşünerek, biraz daha açmaya, irdelemeye çalışabiliriz.
Bir kez, aşağı sınıfların eskisi gibi yaşamak istememeleri genellikle yeterli değildir, derken, araya yine bir “genellikle” sözcüğünün sıkıştırılmış olmasına dikkat edilmeli. Buradan “genellikle yetmemekle birlikte, kimileyin de yeterli olabilir” anlamı çıkıyor. Peki, genel olanın dışında kalan bu durum ne zaman, hangi koşullarda ortaya çıkabilir? Herhalde, sömürülen sınıfların çektiklerinin gelip dayandığı olağanüstü boyutlar, sömürücü sınıfların yönetip yönetememelerini de iktidarlarını sürdürürken karşı karşıya bulundukları sıkıntı ve darboğazları da görece önemsizleştirdiği zaman. Böyle zamanlarda, düzenin sınırlarını dokunulmaz kabul eden muhalefetten boş tencerelerin çok fena fokurdamaya başladığı, “muhayyel” bir bıçağın hangisi olduğu belirsiz kemiğe dayandığı yolunda yakınma ve uyarılar çok işitilir. Burada “boş tencere” işin yakınma ve eleştiri yanıdır, fakir fukara adına dillendirilir; “fokurdama” eylemi ile “bıçak-kemik” metaforu ise düzenin koruyucularına yöneltilmiş uyarı anlamındadır.
Biraz daha ciddiyet bekleyen okurlara kulak vererek sürdürürsek, çok önemli ve bağlantılı bir nokta da sömürülen sınıfların çektikleri acılar ve eziyetler karşısında, yığınsallık ve etkililik bakımından onların ulaştığı boyutların olağanüstülüğü ile karşılaştırılabilir eylemlerin ortaya çıkışıdır. Bir başka anlatımla, geniş emekçi kitlelerin nasıl ve ne derecede sömürüldükleri, hangi ağır koşullar altında yaşadıkları, ne kadar sahtekârca derlenip yayımlanıyor olursa olsun istatistikler ve başka kaynaklar kullanılarak ortaya konulabilir; oysa, burada asıl önemli olan bu konudaki bilgiler ve açıklamalar değildir. Daha önemlisi, bütün o kötülüklerin nesnesi konumundaki emekçi kitlelerin nasıl tepki verdikleridir. Hatta, bırakalım nasılını, şiddetini, şusunu busunu, “kayda değer sayılabilecek bir tepki verip vermediklerini” sormak gerektiğini artık yeterince yaşayıp öğrenmiş olmalıyız.
Öğrendiklerimizi göz önünde tutarak irdelemeyi sürdürelim.
Yazının ilk paragrafında adı geçen öğretide, bir de, “devrimlerin temel yasası” biçiminde vurgulanarak dile getirilen bir koşul vardı. Toplumun bütün sınıflarını etkileyen, hem sömürücüleri hem sömürülenleri ağır bir etki altına alma anlamında “ulus ölçeğinde” denebilecek bir bunalım ortaya çıkmadıkça devrimin mümkün olmadığı ileri sürülüyordu. Böyle söylendiğinde, bu tür bir bunalıma örnek vermek üzere ilk akla gelenin savaş olduğu ve bu kez, ilk akla gelenin yanlış olmadığı da eklenebiliyordu. Ama hemen ardından şu hatırlatma da geliyordu: Bununla birlikte, savaşa oranla çok daha önemsiz görünen olayların ya da gelişmelerin de bu ulus ölçeğinde bunalıma örnek gösterilebileceği belirtiliyordu. Fransa’da 1894 yılında gerici, monarşist çevrelerin ortaya atıp yürüttüğü Dreyfus davası, bir örnekti. Orada haksız yere casusluk ve vatana ihanetle suçlanan bir subay, yargılanıp ömür boyu hapse mahkum edilmiş ve bu dava bir yandan Yahudi düşmanlığı yapan, öte yandan cumhuriyet rejimi ile hak ve özgürlüklere saldıran gerici bir saldırıya dönüştürülmüştü. Yıllarca süren bu davada bütün Fransa bir yanda gericiler öbür yanda içlerinde Emile Zola, Anatole France, Jean Jaures gibi aydınların da bulunduğu ilericilerden oluşan iki kampa bölünmüş; bunlar arasındaki uzun yıllar süren karşıtlık, yer yer, neredeyse iç savaşa dönüşebilecek çok sert bir kapışma biçiminde sürüp gitmiş, en sonunda Dreyfus’un aklanarak orduya geri dönmesi ile sonuçlanmıştı.
Burada altı çizilmesi gereken, kuşkusuz, bunalımın sadece bir sınıfı ya da geçici sınıfsal koalisyonlardan oluşan toplumsal kesimleri değil, bütün toplumu etkileyici bir nitelik taşımasıdır. Böyle bakılınca, örnek olsun, sonuna ya da, belki daha doğrusu, o sonun ne zaman ve hangi koşullarda gerçekleşeceğine ilişkin önemli bir aşamasına yaklaşırken, emekçilerin ağır sömürü, yoksullaşma ve baskılanma süreci ile şimdiki koalisyon iktidarının ömrünün uzatılması arasındaki çelişkinin git gide öne çıkan varlığı ve bu çelişkinin nasıl, nereye doğru çözüleceğine ilişkin belirsizlikler, benzer bir bunalımı çağrıştırıyor denebilir mi? Şimdilik bunu söylemek doğru olmaz. Gerçi, “ulus ölçeğinde” olma, bütün sınıfları etki altına alma anlamında benzerlikler var; ama, gerek bu etkinin ağırlığı gerekse uzantılarının hangi şiddette ve hangi süre boyunca varlığını sürdüreceği, belirsizliğini koruyor. Ayrıca, ağırlığına itiraz edilmeyen sorunların çözümsüzlüğünden de pek söz edilmiyor; çünkü emekçilerin kararlılığı yetersiz kaldığı için, hiç özveriye katlanmadan çözüm bulma eğilimi var sömürücü sınıflarla onların yönetici kadrolarında, en azından hâlâ güçlü görünen bazı kesimlerinde.
Üstünkörü bir çözümleme denemesine girişten öteye gitmeyen şu birkaç satırın, zaten önemli olmakla birlikte yakın gelecekte çok daha belirgin bir özellik kazanmaya aday dışsal etkenleri hiç irdelemediği için de bir yetersizlik damgasını daha hak ettiği besbelli.
Yine de bir ekle bitirilebilir. Fal bakarcasına yazılmış izlenimi yaratsa da öyle değil, eylemsizliğe izin vermeyen bir öngörü: Her durumda düzen tarafı için feraha çıkış kolay görünmüyor; başka bir dünya isteyenler için görünense bolca didinme, bolca zorlu uğraş… Zorlu, ama hayatın ta kendisi…
Başlıktaki soruya gelince, onu da okurlar yanıtlasın. Zaten fazla iş kalmadı. Üstelik, ilk paragraftaki sorular yeterince ipucu veriyor.