Yönetememek nasıl olur?

Şöyle de sorulabilir: Yönetememe sözcüğüyle anlatılan durumun göstergeleri nelerdir? Son zamanlarda çokça sözünü ettiğimiz devrimci durum öğretisinin özgün yazılışındaki deyişle, “yukarı sınıfların” yönetemez oluşlarından söz etmek hangi koşulların varlığında mümkün ve/veya gereklidir?

Bir bakıma bu sorunun boşuna olduğu ileri sürülebilir; çünkü, eskisine göre ya da eskiden olduğu gibi yönetemez olmak söz konusudur burada, dolayısıyla, eski dediğimiz olup bittiği ve bilindiği için şimdi ile bir karşılaştırma yaparak karar verme imkânı var demektir. Öyleyse, yönetememe durumuna ilişkin her zaman geçerli ölçütler aramak, hem anlamsız hem de gereksiz bir çaba olarak görülebilir. 

Başka bir açıdan bakıldığında ise “yukarı sınıflar” yönetemez olduklarını, belki bir istisna ile, kabul etmekten kaçınırlar. Şu basit nedenle: Böyle bir kabulleniş, güçsüzlüğün, hatta yenilginin itirafı anlamına gelir. İstisna ise şuna bağlıdır: Eğer egemen sınıflar kendi buyrukları altındaki devlet mekanizmasında yeni, kendileri için daha imkânlı baskı ve denetim araçları geliştirmek peşindelerse yahut bunları önemli ölçüde hazırlamış ya da hazır bulmuş da hayata geçirmenin yollarını arıyorlarsa, o itirafı göze alabilirler; bu koşullarda, elimizdeki imkânlarla memleket idare edilemez hale geldi, diyebilirler. Altmışlı yılların ortalarından başlayarak bu anayasa ile memleket idare edilmez diyen Süleyman Demirel bu durumun simgesel örneğidir. Onu muhtıra ile devirip anayasayı tanınmaz, ama onun istediği ölçüde değiştiren darbeciler ile yine aynı burjuva siyasetçisini bu kez düpedüz askeri darbe ile devirip anayasayı toptan ortadan kaldıran generaller, öteki örneklerdir. Peki, bugünküler? “Türk tipi başkanlık icadı” ile demokrasi dinine evrensel bir katkının ardına düşenler? Kimilerinin dediği gibi çok büyük yetkilerle  gül gibi yönetip giderlerken dertsiz başlarına dert mi almış oluyorlar, yoksa artık eskisi gibi yönetemez oldukları için yeni güç ve yetki desteklerine mi ihtiyaç duyuyorlar?

Soru olarak bırakıp devam edelim.   

Evet, egemen sınıflar yönetemez olduklarını itiraf edebilirler; ama kendi biçemleriyle: Düpedüz, artık yönetemez olduk, değil de, örneğin, yeni yaklaşımlar/çözümler/çareler bulunmazsa bu ülke/bu toplum/bu ayak takımı artık yönetilemez duruma geldi, diyerek. Bu tür söylemlerle… Bununla birlikte, sonuncusunu, söyleyebileceklerini sıralarken önceki cümlede yazıverdiğimiz ayak takımını, asıl duygu ve düşüncelerine en uygunu olsa bile hiç dillendirmezler; çünkü, tasarladıkları yeni ya da daha etkili önlemlerle terbiye edecekleri ana hedef o ayak takımıdır ve onları terbiye edilmeleri gerekliliğine inandırmak bakımından bu tür aşağılayıcı söylemler, genellikle, elverişli değildir; tersine, onları pohpohlamak, kandırmak, olmayacak hülyalara daldırmak ve bunlara benzer yollar bulmak zorundadırlar. Yine de, az önce, aşağılayıcı söylemlerin elverişsizliğini belirtirken genellikle sözcüğünü ekledim. Buradan, o tür söylemlerin de zaman zaman kullanıldığı ve etkili olduğu anlamını çıkarmak yerindedir; bunun örnekleri, çok sıkıntılı olmayan bir çabanın sonunda, ülkemizin bugünkü koşullarında bulunup gösterilebilir.

Gösterilebilir de biz şimdi bununla uğraşmayıp devam edelim yine.

Bir devrimci durumun varlığını saptamak bakımından, aşağı sınıfların eskisi gibi yaşamak istemiyor olmaları, genellikle, yeterli değildir; aynı zamanda, yukarı sınıfların da eskisi gibi yaşayamaz, hep uygulayageldikleri yol ve yöntemlerle yönetemez, egemenliklerini sürdüremez olmaları da gerekir. Bunları epeydir yineleyip duruyoruz. Ama şimdi, biraz daha başka yönleri üzerinde düşünerek, biraz daha açmaya, irdelemeye çalışacağız.

Bir kez, aşağı sınıfların eskisi gibi yaşamak istememeleri yeterli değildir, derken, araya bir “genellikle” sözcüğünün sıkıştırılmış olmasına dikkat edilmeli. Buradan “genellikle yetmemekle birlikte, kimileyin de yeterli olabilir” anlamı çıkıyor. Peki, genel olanın dışında kalan bu durum ne zaman, hangi koşullarda ortaya çıkabilir? Herhalde, sömürülen sınıfların çektiklerinin gelip dayandığı olağanüstü boyutlar, sömürücü sınıfların yönetip yönetememelerini de karşı karşıya bulundukları sıkıntı ve darboğazları da görece önemsizleştirdiği zaman.

En az bunun kadar önemli ve bağlantılı bir nokta da sömürülen sınıfların çektikleri acılar ve eziyetler karşısında, yığınsallık ve etkililik bakımından onların ulaştığı boyutların olağanüstülüğü ile karşılaştırılabilir eylemlerin ortaya çıkışıdır. Bir başka anlatımla, geniş emekçi kitlelerin nasıl ve ne derecede sömürüldükleri, hangi ağır koşullar altında yaşadıkları, ne kadar sahtekârca derlenip yayımlanıyor olursa olsun istatistikler ve başka kaynaklar kullanılarak ortaya konulabilir; oysa, burada önemli olan bu konudaki bilgiler ve açıklamalar değildir. Önemli olan, bütün o kötülüklerin nesnesi konumundaki emekçi kitlelerin nasıl tepki verdikleridir. Bu cümledeki “nasıl” sorusunun her zaman gerçeğe uygun olmadığını, onun yerine “tepki verip vermediklerini” sormak gerektiğini ise artık yeterince yaşayıp öğrenmiş olmalıyız.

Öğrendiklerimizi gözden geçirip irdelemeyi sürdürelim.

Onlar arasında bir de “devrimlerin temel yasası” biçiminde çok vurgulu bir anlatımla dile getirilen bir kurallılık vardı. Toplumun bütün sınıflarını kesen/etkileyen, hem sömürücüleri hem sömürülenleri ağır bir etki altına alma anlamında “ulus ölçeğinde” denebilecek bir bunalım ortaya çıkmadıkça devrimin mümkün olmadığı ileri sürülüyordu. Böyle söylendiğinde, bu tür bir bunalıma örnek vermek üzere ilk akla gelenin savaş olduğu ve bu kez, ilk akla gelenin yanlış olmadığı da eklenebiliyordu. Ama hemen ardından şu hatırlatma da geliyordu: Bununla birlikte, savaşa oranla çok daha önemsiz görünen olayların ya da gelişmelerin de bu ulus ölçeğinde bunalıma örnek gösterilebileceği belirtiliyordu. Fransa’da 1894 yılında gerici, monarşist çevrelerin ortaya atıp yürüttüğü Dreyfus davası, bir örnekti. Orada haksız yere casusluk ve vatana ihanetle suçlanan bir subay, yargılanıp ömür boyu hapse mahkum edilmiş ve bu dava bir yandan Yahudi düşmanlığı yapan, öte yandan cumhuriyet rejimi ile hak ve özgürlüklere saldıran gerici bir saldırıya dönüştürülmüştü. Yıllarca süren bu davada bütün Fransa bir yanda gericiler öbür yanda içlerinde Emile Zola, Anatole France,  Jean Jaures gibi aydınların da bulunduğu ilericilerden oluşan iki kampa bölünmüş; bunlar arasındaki uzun yıllar süren karşıtlık, yer yer, neredeyse iç savaşa dönüşebilecek çok sert bir kapışma biçiminde sürüp gitmiş, en sonunda Dreyfus’un aklanarak orduya geri dönmesi ile sonuçlanmıştı.

Burada altı çizilmesi gereken, kuşkusuz, bunalımın sadece bir sınıfı ya da geçici sınıfsal koalisyonlardan oluşan toplumsal kesimleri değil, bütün toplumu etkileyici bir nitelik taşımasıdır. Böyle bakılınca, örnek olsun, bir süredir içinde bulunduğumuz ve sonuna ya da, belki daha doğrusu, o sonun ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğine ilişkin önemli bir aşamasına çok yaklaştığımız şu anayasa referandumu süreci, benzer bir bunalımı çağrıştırıyor denebilir mi? Şimdilik bunu söylemek doğru olmaz. Gerçi, “ulus ölçeğinde” olma, bütün sınıfları ağır bir etki altına alma anlamında benzerlikler var; ama, gerek bu etkinin ağırlığı gerekse uzantılarının hangi şiddette ve hangi süre boyunca varlığını sürdüreceği henüz belirsiz. Öte yandan, halkoylamasına konu olan sorunun sadece evet ve hayır biçiminde iki yanıta izin verdiği göz önüne alındığında önceden belirlenmiş, bu anlamda, içinde yer alanlarca kararlaştırılmamış da olsa iki taraf ortaya çıkmıştır. Yukarıda “evrensel demokrasi dinine Türk katkısı” diyerek alaya aldığım sürecin gerçekleşme biçimi ise, özellikle anayasa hazırlayıcıların yaklaşımlarıyla, olağan bir taraflaşmadan çok iki karşıt kampın yaratılmasına yol açmış görünmektedir. İki kampa dönüştüğü yolunda evetçiler cephesinde de eleştirel değerlendirmelerin yapılmaya başladığına ilişkin dedikodu ya da haberlerin ortaya atıldığı son birkaç günde olup bitenler, evet-hayır bölünmesinin gizlediği, aynı anlama gelmek üzere, kapsadığı bölünmelere, şu anda bu sözcük yetersiz kaldı, yarılmalara da işaret ediyor.

Bütün bu sorular ve çekingence saptamalar, 16 Nisan’dan sonra hem yanıtlara hem de daha açık saptamalara dönüşecek; hiç değilse, dönüşme yoluna girecek.

Üç ay kadar önceki bir yazıyı şöyle bitirmişim: 

“(…) sonuç olarak, iki durumda da kazançlı çıkacağımız söylenebilir.

Evet oyları çoğunlukta olursa, düzen, çıkışsızlığına bir soluk aldırabileceğini umarak bir süreliğine de olsa aldatıcı bir ferahlık duyabilir, ama demokrasinin durdurulamayan çöküşü yeni bir ivme kazanmış olur.

Hayır oyları çoğunlukta olursa, ahir zaman dini demokrasinin inandırıcılığında hangi gedik açılırsa açılsın işe yaramıyor, bu çok fazla aşınmış iktidarın gidiciliği gizlenemiyor, anlamı ortaya çıkar. Bir de, eskiden beri en özgüvenli, en kabadayı takımlar, hakemi de yeneriz gerekirse, derlerdi böbürlenerek; ona benzer bir durumla karşı karşıya kalırız.”

Şimdiyse, bir ek gerekiyor, fal bakarcasına yazılmış olsa da öyle değil, hemen hemen kesin bir öngörü: Her iki durumda da, düzenin adamları için feraha çıkış görünmüyor; başka bir dünya isteyenler için görünense bolca didinme, bolca zorlu, ama keyifli uğraş…