Yönetememe bunalımı

“Yönetememe krizi” olarak bilinen durum, esas olarak burjuvazinin iktidar olduğu  çağ için kullanıldığı  klasik anlamıyla, iktidardaki sınıf ya da sınıflar ittifakı ile onun görevde bulunan yahut olası siyasal kadrolarının alışılmış, bilinen, mümkün olan usullerle toplumu yönetemez oluşlarıdır. Tarihte ve farklı coğrafyalarda birçok örneği vardır.

Bizdeki yönetici sınıf ve kadroların bu örneklere hem yaratılan bunalım hem bulunan çözümler bakımından katkıları ise azbuz değildir. Son yıllardan iki örnek hatırlanacak olursa, 2015 yılındaki Haziran ve Kasım seçimlerini kapsayan süreç, bunlardan ilki olarak belirtilebilir. Ama, o zaman, yazılı kurallarda belirlenmiş bir yetki kullanılmıştı: Önceden belirli olan bir süre içinde hükümet kurulamaması üzerine seçimi yenileme kararı alınmış ve  izleyen çok kısa sürede pek çok ölüme yol açan olayların da içinde olduğu bir dehşet ortamı yaratılarak Kasım seçimlerinde sonucun değişmesi sağlanmıştı. Başka bir anlatımla, yasal bir yetki, düzen muhalefetinin şaşkınlığından yararlanmanın yanı sıra devletin kaba kuvvet kullanma yetkisi ile de birleştirilerek, yönetememe krizi geçici ve göreli olarak aşılmıştı.

Bu kez 4 yıl öncesinden daha farklı bir yöntemle adım atılmış görünüyor. Yazılı olmayan, herhangi bir biçimde yazılı hukuka/kurala dönüştürülmemiş bir sözde yetki kullanılarak, içeride-dışarıda, hatta en dar destekçi kampında bile inandırıcı bulunamayan bir yöntemle, düpedüz “dağ kanunu” uygulanarak yola çıkıldığı söylenebilir. Şu anda sadece yola çıkıldığından söz etmek yerindedir; bu yolun nerelerden geçeceği ve nereye varacağı, en azından, şimdilik pek belli sayılmaz.

Üstelik, tercih edilen yolun yönetememe sorununa çözüm getirip getiremeyeceği, en iyimser bakışla, bıçak sırtı bir konumda. Hepsi bir yana, yenilenecek seçimin ülke nüfusunun beşte birinin yaşadığı ve her bakımdan çok önemli bir bölgede tam bir evet/hayır oylamasına dönüşme olasılığı çok yüksek. Burada evet ya da hayır denilecek olanın AKP, böyle bir parti kalmadığı ya da hemen hemen kendisiyle özdeşleştiği için, Erdoğan olacağı da besbelli.

Oysa, seçimin hemen sonrasında aynı Erdoğan, önümüzde seçimsiz bir 4.5 yılımız var; kolları sıvayıp sorunları çözme zamanıdır, diyordu aşağı yukarı. Üstüne üstlük, ortalığı iyice karıştıran YSK kararının açıklanışının ertesi günü yaptığı grup konuşmasında esaslı bir fırça attığı TÜSİAD üyeleri dahil bütün sermaye kesimleri ile düzen muhalefetinin hemen hemen tümü de neredeyse aynı sözcüklerle bunu yineliyorlardı.

Öyleyse bu risk neden alındı?

Bu sorunun yanıtlarına gelmeden önce, risklerden risk beğen denebilecek bir gelişmeye de değinilebilir: YSK kararı, en azından Erdoğan açısından besbelli iken, 4 Mayıs günü bir dernekte yapılan ve YSK üyelerinin kendilerini aklamaları için vermeleri gereken kararı belirten konuşma, gerçekten de, risk altında ek risk almak anlamına geliyordu; çünkü, yargının ve bu arada YSK’nin bağımsızlığı, tarafsızlığı türünden iddiaları gülünç ötesi bir noktaya taşıyordu.  Öyle de, bu cümlenin hemen ardından “o karar çok da belli değildi” itirazı gelirse, yönetme tarzının içinde bulunduğu son aşamaya uyumsuzluğu dolayısıyla, böyle bir durumu “yönetememe bunalımı”nın ek bir göstergesi saymak yerinde olacaktır.  

Bu riskin neden alındığı sorusuna dönersek, çok sık ve çok kolay verilen “İstanbul rantını yitirmemek için” yanıtı, doğruluk payı taşımakla birlikte, yeterli değildir. Daha farklı ve daha etkili olanlar üzerinde düşünüldüğünde, iki neden hemen akla gelebiliyor; biri öbürünü dışarıda bırakan değil, değişik ağırlıklarda ve birbirlerini etkileyerek birlikte var olan iki neden. 

Birincisi, artık bütün sınıfsal ve hatta bireysel sağduyularını yitirmiş durumda olduklarını ileri sürmek mümkündür. Bu yüksek bir olasılık ve ağırlıklı neden sayılmayabilir; ama böyle bir olasılık varsa, ki yok demek mümkün görünmüyor, o halde, önümüzdeki kısa ya da orta dönemde iktidarın yapabileceklerinde herhangi bir sınırın bulunacağını düşünmek, çocukluk değilse, aşırı iyimserlik olur.

Öyle bir risk almalarının çok daha olası görünen ikinci nedeni ise şu olabilir: Yönetememe bunalımı sonunda, ülke içinde ve dışında olup bitenlerle başa çıkabilme konusundaki güvenleri öylesine sarsılmış, öylesine yok düzeyine inmiştir ki, önlerinde görünen ve egemen sınıfların hemen hemen bütün temsilcilerinin kendilerine açık senet verdikleri 4.5 yıllık seçimsiz reform ve yeniden yapılanma evresi onları kesmemekte ve/veya o dönemin öyle bir silkinme/yeniden yapılanma/iktidarı sürdürme dönemi olabileceğine akılları yatmamaktadır. 

Sözü bu kadar dolaştırmadan, çok daha kısa ve açık olarak belirtmek gerekirse, gidicidirler. Ancak, bu çok önceden beri yazıp çizenlerin birçoğu tarafından dillendiriliyordu. Şimdi görece yeni olan şudur: Gidici olduklarının kendileri de farkına varmışlardır. Bu farkına varışın, az önce değinmiştik, hemen hemen her türlü riski alabilecek bir gözü karalığa tehlikeli bir akıl yitiminin eşlik etmesiyle ortaya çıkışı şaşırtıcı bulunamaz. Yapabileceklerine ilişkin bir liste Ali Rıza Aydın’ın dünkü yazısında verilmişti. Ama onların sadece “barışçıl” önlemler olduğu unutulmamalıdır. 

Ulaşılabilecek sonuçlardan birini yazmadan önce yerel seçimler ve skandal YSK kararları bağlamında sıkça dile getirilen birkaç şiddetli, ama yanlış itiraza değinmekte yarar var.

Bir kez, bu seçimlerin öncesinde ve sonrasında, kutsallaştırılmış bir “milli irade” kavramı gündeme getirilerek onun çiğnenmesinden söz etmek, anlamlı bir eleştiri değildir. Ayrıca, son birkaç gündür yinelenip duran seçilmiş bir mağdurun hakkının yenmesi de söz konusu edilemez. Çiğnenen, örselenen, yok sayılan, yüzlerce yıllık mücadelelerin ürünü ve emekçi insanlık için büyük bir ilerleme olan “genel oy hakkı”dır. Yerel seçimler, bu hakkın çiğnenmesinin iki inanılmaz örneğini vermesiyle tarihe geçecektir. Bunlardan biri İstanbul seçiminin iptalidir. Öbürü ve en az ilki kadar inanılmaz olanı ise aynı kurulun seçilme hakkını onayladığı bazı yurttaşların, çok büyük halk oyuyla seçildikten sonra, KHK adı verilen zorbalıkla kamudan atılmış oldukları gerekçesiyle, seçim sonuçlarının yok sayılması ve daha da kötüsü, ikinci sırada oy alanların seçilmiş kabul edilmeleridir. Bunun seçmen olan yurttaşların bir bölümüne “Siz seçme yapmayı beceremiyorsunuz; sizin yerinize doğru seçimi ben yapıyorum!” demekten farkı yoktur.

Yazının başlığına dönerek bir sonuç yazmaya çalışırsak, “yönetememe bunalımı” iktidardaki siyasetçi-yönetici kadroların değil, düzenin bunalımı ve sorunudur. Öyle olmasaydı, şu anda iktidarda olmayan politik kadrolar ve devlet aygıtları, düzenin meşruiyetini bu kadar göstere göstere yerle bir eden durumların önüne geçerler, daha üstü örtülü, legaliteyi azçok koruyup kollayıcı yol ve yöntemler bulup uygularlardı.

Bitirmeden hatırlatmak gereken bir nokta daha var: Yönetememe bunalımı, başka bir deyişle, yönetenlerin eskisi gibi yönetemez olmaları, “devrimci durum öğretisi”nde belirlenen nesnel önkoşullardan biridir ve değişik biçimlerde ortaya çıktığı gözlenebilmektedir. Öteki koşulların varlığını irdelemek içinse daha erkendir. Ama onların neler olduğunu da akılda bulundurmakta ne sakınca olsun!