Yolu açan ile kapatmaya çabalayan

“‘Komünizmin bu ülkeye gelmesini engellediğini’ giderayak marifetmiş gibi ifade eden Bülent Ecevit’in Türkiye’ye çok pahalıya mal olmuş çocukça hesaplarından, bir başka ifadeyle, cumhuriyetin katlini kolaylaştıran antikomünizm histerisinden 40 yıl sonra, aynı yolun yolcularından ve ‘liderlerinden’ kurtuluş ummak, daha doğrusu böyle figürlerle iyi niyet zemininde cephe gibi şeyler oluşturmaya kalkmak, sermayenin yerde ararken gökte bulduğu nimetlerdendir. Yıkılmış cumhuriyetin enkazını bir kez daha bombalamak herhalde böyle olacaktır.”

Benim yazmadığım bu cümlelerle başlamış oluyorum.

Osman Çutsay yazdı birkaç gün önce; şu son Pazartesi günü burada, “Enkaz çarpması” başlığı altında yayımlandı.

O yazıdaki dokundurmadan kendime de pay çıkarmakla birlikte, geçmişe gitmeden devam etmenin alemi yok; gereksiz bir zorlama olur. Belli bir kolaylık sağlıyorsa, neden bir kenara atalım yaşadıklarımızı, yaşarken yaptıklarımızı ve yapmadıklarımızı, yapabildiklerimizi ve yapamadıklarımızı?

Bizdeki yarım yüzyıldan daha eski “ortanın solu” sloganı, önemli bir yer belirlemesi ve yönlendirmedir. İsmet Paşa’nın adına yazılıdır. Bir zamanlar, bunun aslında Ecevit’in buluşu olduğunun konuşulduğunu hatırlıyorum. Somut gerçeğin hangisi olduğu bugün pek anlam taşımıyor; taşıdığı düşünülecek olsa ve kapalı kapılar ardındaki imzanın Ecevit olduğuna ilişkin kayda değer kanıtlar ileri sürülse bile, gerçek sahibinin İnönü olduğunu kabul etmek gerekir, kaldı ki o tür kanıtlar da ileri sürülemiyor. Zaten, şaşırtıcı bir hızla yaygınlaşan Türkiye İşçi Partisi etkisini engellemek, hiç değilse yavaşlatmak amacıyla ortaya atıldığı artık tartışılmaz bir saptama durumuna gelmiş bu sloganın, beklenen sonucu vermesi için, henüz rüştünü ispatlamamış anlamında “genç” denebilecek bir politikacının imzası yeterli olmazdı.

İşin kişisel anılarla ilgili yanına gelince…

Anıların tarihin anlaşılmasında ve yazılmasında sınırlı ve koşullu, ama küçümsenmesi yanlış olacak bir önem taşıdığını bir kez daha belirterek devam ediyorum.

Hem İnönü’nün bu sloganı ortaya atışının hem de bunun Ecevit tarafından sahiplenilip dağa bayıra taşınmasının, yeni yeni kitlelere ulaştırılmaya başlamış sosyalizmin önünün kesilmesinde nasıl kullanılabildiğine ilişkin kendi yaşantılarımı üç beş satırla aktaracağım. Okuyanlar arasında yaşı uygun olanlara tanıdık geleceğini sanıyorum.

Kırkların sonu ile ellilerin hemen başlarında pek çok solcu, sosyalist “ve hatta” komünist gibi, kendisi öyle olmadığı halde, Demokrat Parti ile estirilen özgürlükçülük rüzgarına kapıldığı çok kısa süre dışında, hep cumhuriyetçi, hep chp’ci, hep İsmet Paşacı olmuş babam, oğlunun başka şeyler peşine düşmek üzere olduğunu sezmeye başlar başlamaz, en etkili panzehir olarak o sloganı ve onun en parlak taşıyıcısı Ecevit’i önüme sürmüştü; benim kapılma eğilimi gösterdiğime oranla daha albenili sandığı bir seçenek olarak sunmuştu da denebilir. Çocuğunun tehlikeli sulara açılmasını engellemek umuduyla bir süre hep bu Karaoğlan’ın ne yaman biri olduğunu, nasıl güzel şeyleri ne kadar güzel söylediğini anlatıp durdu. Ara sıra terbiyesizliğe varmayan itirazlarda bulunmakla birlikte, ben de çoğu kez sessizce dinledim. Etkisiz kaldığını bir türlü kabullenmek istememiş, ama baba ocağından ayrılıp giden oğluyla ilgili mahkeme celpleri ev adresine gelmeye başladıktan sonra, çaresiz, vazgeçmişti.

Sonraki yıllarda, önce Ecevit’in yaşıtım olan gençleriyle, ardından kendisi ve artık gençliği kalmamış yandaşlarıyla karşı karşıya olduk hep. En son belleğimde kalan hüzünlü görüntü şudur: Ankara’daki Eymir Gölü’nü kıyıdan dolaşırken, soldaki ikinci duraklayıp yeme içme yeri, ODTÜ’nün kürek kulübü tarafından işletilir. Bir zamanlar sıkça yolumuz düşerdi oraya. Düzenin kalite düzeyi açısından şimdikilerle kuşkusuz kıyas kabul etmez bu politikacısı, bir kenara atılmış son günleriydi, eşiyle birlikte çay içmeye gelir ve kurulup bırakılmış bir çocuk oyuncağını hatırlatan yürüyüşüyle yanımızdan geçerken insanın içini burkan nezaketiyle herkesle selamlaşırdı. Bu anlatım, şu son “iç burkan nezaket” deyişi dışında, gerçekçilik falan değil düpedüz doğalcılık örneğidir; fotoğraf sanatında herhangi bir iddia taşımayan birinin çektiği fotoğraf karesi kadar bire bir yansıtılışıdır o karşılaşmaların. Bir sınıf olarak burjuvazinin nankörlüğü düşüncesi şu anda mı beliriyor kafamda, yoksa o görüntü karşısında da aklıma düşmüş müydü, hatırlamıyorum.   

Ömrünün büyük bir bölümü benzeri az görülmüş bir halkçılık gösterisi ile geçmekle birlikte, Osman’ın hüzünlendirici deyişiyle “giderayak”, halkın canına okunmasına son vermeye çalışanlara engel olmaya övünmekle belleklerde yer etmekten daha acıklısı ne olabilir?

Bilemiyorum gerçekten, ne olabilir?

Ne olabileceğini düşünmeyi ihmal etmeden sürdürmekte yarar var.

Devam etmeli ve bu yazıyı tetikleyen yazının vurguladığı, yolu açan olarak adlandırdığım kişiyle ilgili şaşırtıcı gerçeğin üzerinde durmalı.

“Bugün gündemdeki eksikliği bilinen ama zikredilmeyen tek şey, sosyalist bir hükümet programıdır. Çeşitli kaynaklarda yinelenir: Bundan 101 yıl önce, 1917 yılı ocak ayında, Zürih Halkevi’nde Almanca verdiği bir konferansta Lenin ‘Biz yaşlılar, bu gelen devrimin nihai muharebelerini belki yaşayamayacağız’ diyordu. 46 yaşındaki devrimci sanki bir ömrü kapatmaya, sonsuzluk yorganını üzerine çekmeye hazırlanıyordu. İnsanlar yaşadıkları zamana benzerler: Rus devrimcileri kendi içlerinde bile yakın bir gelecekte herhangi bir ışık göremiyordu. Ancak aynı Lenin, birkaç ay sonra dünya tarihini altüst edecek bir müdahalenin damgası olacaktır. Herhalde hep kendi bulgu ve reçetelerinde ısrar ettiği için...”

Buradaki bazı satırları benim italikleştirdiğimi ve Osman’ın “çeşitli kaynaklarda yinelenir” diyerek aktardığı bu sözlerin yaşadığımız günlerde çok yerinde ve zamanlı olduğunu vurgulayalım öncelikle. İnanılması güç bir çarpıcılık taşıyor bu hatırlatma; o kadar ki, gerçek olmadığı, kötümserlikleri besleyen günlere umut ışıkları saçabilmek için uydurulmuş olduğu bile düşünülebilir.

Ayrıca, sözün özü, çok işittiğimiz “biz görmeyiz ama…” karamsarlığının biraz farklı bir anlatımı olan Lenin’in bu ruh durumu ile iktidarın alınması için harekete geçişinin arasında sadece birkaç ay olması, birbirinin karşıtı iki tutuma, iki yoruma yol açabilir.

Birincisini şöyle özetlemek mümkün: Toplumsal olayların gelişimi büyük ölçüde rastlantılara bağlıdır; rastlantıların değişik biçimlerde birbirini izlemesi ile zaman zaman köklü dönüşümler ortaya çıkar; hatta, isteyen bütün bu rastlantıların doğaüstü bir iradeye tabi olduğunu da kabul edebilir; ama, bunlarda bir yasallık aramak, bütün bu gelişmelerin belli yasalar doğrultusunda gerçekleştiğine, dolayısıyla zorunluluğuna ilişkin sonuçlar üretmeye çalışmak boşunadır.

Buna karşılık, ikincisi, şu bakış açısı: Toplumsal olaylarda rastlantıların elbette rolü vardır; ama nasıl özgürlük zorunluluğun bilincine varmaksa, insanın rastlantıların tutsaklığından kurtulmasının yolu da sonsuz bir karmaşa görünümündeki bu rastlantılar yığınının çözülmesi imkânını ve yönünü gösteren eğilimleri açığa çıkararak onlara hükmedebilir konuma ulaşmaktır.

Bizim seçimimiz ikincisidir kuşkusuz.


Yılmaz Onay için: Meslektaşı ve ustası için yazılabilecekleri Orhan Aydın kardeşim yazmış. Benim ekleyeceklerim çok kısadır. Kısa kesmek bana çok zor gelse de öyle yapmaya çalışırken, onunla birlikte, oğlu için, benim sevgili kardeşim Cihan için de iki satır yazmış olacağım.

Yılmaz ağabey benim hem partili yoldaşım hem de çok heves edip, ne yazık, bir türlü dikiş tutturamadığım tiyatroculuk işinde az çok ortak çabalara girişebildiğim büyüğümdü. Biz ODTÜ’de, ülkemizin benzerini pek göremediği “amatör tiyatrolar şenliği”ni düzenler ve ona katılan topluluklardan biri olarak “Sömürge” adlı oyunu sahnelerken, akşam saatlerinde gerçekleştirdiğimiz tartışma oturumlarına gelir, ufuk açıcı boyutlar katardı. Yıl 1968. İlk tanışmamız o günlere rastlar. Sonra, 10 yıl kadar geçmişti, ikinci TİP dönemindeki efsanevi demekte herhangi bir abartma görmediğim “karşı plan” çalışması boyunca onun katkılarından yararlandık. Derken, bir 10 yıl daha geçti, günlerden bir gün, oğlu Cihan’ı getirdi bana, onun iş bulmasına yardımcı olmamı istedi. Bizim Genç Öncü’nün Hacettepeli çocuklarından Cihangir Korhan Gerçek’le tanıştırdı. Müthiş akıllı ve sevimli, devrimci bir çocuk olan Cihan’la birkaç yılı aşmayan bir süre de olsa birlikte çalışma imkânı yaratabildim. Yollarımız ayrıldıktan sonra, bir gün, Cihan öldü, dediler; ne kadar gençti. Yılmaz ağabey de öldü şimdi. Ben hâlâ yaşıyorum.

Ne çok ölülerimiz oldu. Hepsi bizimle birliktedir, biliyoruz.