Yine de şahsiyat yapmamalı

Eskiden çok kullanılırdı; biz de büyüklerimizden, sadece yaşı bizden büyük olanlardan değil, devrimci/komünist büyüklerimizden de işitirdik. Kimileyin, daha testiyi kırmadan, bir tür ahlâk öğüdü olarak, kimileyin de, testiyi kırmışsak, sert ya da yumuşak tonlu bir uyarı olarak…

Anlamını da hatırlatalım. Herhangi bir konuyu ele alıp konuşur, tartışırken sorunun özünden uzaklaşarak tek tek insanların kişilikleri ve kişisel özellikleri üzerinde durmak, biçiminde özetleyebiliriz.

Ancak, burada birkaç önemli itirazı atlamamak şart. Birincisi, karşı karşıya gelerek çatıştıklarımız, konuşup tartıştıklarımız “sınıf düşmanlarımız” ise bunun ne bir ahlâk öğüdü ne de bir davranış ilkesi anlamında geçerliliği kalır. Böyledir; çünkü, bizim bir ahlâkımız olmakla ve hep ona uygun davranmayı gözetmemiz gerekmekle birlikte, bu gereklilik enayiliği de kapsamaz. İkincisi, sorunun özünün kavranmasını sağlayabildiği ölçüde, sık sık kişilerle ve kişiliklerle uğraşmak gerekli olabilir. Yeter ki, gerçeklerden uzaklaşılmasın, çarpıtma ve aldatmalara başvurulmasın!

Bir bakıma yöntemsel sayılabilecek bu hatırlatmalardan sonra, başladığımız yazının öyküsüne ilişkin bir en az bilgiye de ihtiyaç var, sanıyorum. Malum, her yazının bir öyküsü vardır ve buna ilişkin bir bilgiye ulaşabilmek, yazının muradını anlamakta yararlı olabilir.

Aslında, bu yazının ilk başlığı “Gel de şahsiyat yapma” biçimindeydi. Bir başka yazıyı okuduktan sonra, biraz öfkelenmiş, dolayısıyla biraz da kışkırtılmıştım. Şahsiyat yapmaktan da uzak durmayarak bir şeyler karalamak niyetiyle klavye başına oturdum. Ama, bir süre sonra, biraz, yukarıdaki birkaç satıra sığdırmaya çalıştığım yöntem ve üslup kaygılarıyla, biraz da memlekette onca dert varken pek fazla ayrıntı gibi algılanmaya açık bir konuya, aslında öyle olmadığını anlatabilmek için daha da uzatarak yer vermemek için, vazgeçtim. Ne de olsa, sözlerine değinmeden edemeyeceğimi düşündüğüm kişi, neredeyse 50 yıldır hiç aynı siyasal çizgide bulunmamış olsam bile, sınıf düşmanlığı ne söz, hiçbir anlamda hasmım ya da düşmanım değildi.

Bu kadar not düşmek yeter. Şimdi sadede gelelim.

Geçen Cumartesi, 26 Eylül günü Cumhuriyet gazetesinde bir söyleşi yayımlandı. Türey Köse imzasını taşıyan söyleşiye “Her parti, keskin yanını törpülemeli” başlığı atılmıştı. Bu sözlerin sahibi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden milletvekili adayı olunca istifa ettiği belirtilen Prof. Dr. Seyhan Erdoğdu.  Aynı üniversiteden ve aynı bölümden mezun, hatta aynı fikir kulübünün üyesi olmakla birlikte, herhangi bir dostluğumuz, arkadaşlığımız olmamış bir insan. Az önce değindim, hiçbir zaman aynı siyasal çizgide buluşmamış olmamızdan ileri geliyor herhalde, bir de, onun benden üç dört sınıf büyük oluşundan. Bu arada, bu tür ayrıntıları bilemeyecek yaştaki gençler için ayrıca belirtmekte yarar olabilir belki: Kendisi, adıyla sanıyla “milli demokratik devrim tezi”nin ülkemizdeki en eski savunucularından biridir.

CHP’nin genel başkan yardımcıları arasında yer alan Profesör Erdoğdu, gazetenin başlığa çıkardığı sözlerini destekleyici nitelikteki şu sözleri de söylemiş:

“Bütün anketler CHP’de bir yükselmeyi gösteriyor. Olmayacak duaya amin olacak bu belki ama biz geçen sefer yüzde 60’ın koalisyonunu önermiştik, yine kalbimden geçen o. AKP dışındaki partiler, bu sefer yüzde 60’ın üzerinde bir güçlü performans gösterecekler, onların üçünün birden bir koalisyonu Türkiye’yi kurtarır. Üçü bir arada olduğu zaman herkes kendi keskin yanlarını törpülemek zorunda kalacak. Kız alıp vermişiz, ailelerimiz, işyerlerimiz bu koalisyon üzerine kurulu. Neden olmasın?”

Bütün bu alıntıların, değinmelerin amacı sadece kayıt düşmek. O gün adı geçen gazeteyi alıp okumamış olanların da hiç değilse bir bölümü daha haberdar olsun diye yazıyorum. Dolayısıyla, yorum yapmayı, polemiğe girmeyi ne doğru, ne de gerekli görüyorum. Yine de, yukarıdaki alıntının son cümlesini, şu kız alıp verme hikâyesini anlamakta güçlük çektiğimi belirtmeliyim. Kürtlerle kardeşliğimizi anlatmak için, bütün taraflarca en yaygın olarak kullanılan  iki metafordan biridir, öbürü etle tırnaktır kolayca hatırlanacağı gibi, tamam da, MHP’lilerle kız alıp verme neyin nesidir? Bir toplumsal gerçeklik olarak dillendirilebilir olsa bile, siyasal çatışma ve uzlaşmaların gerekçelendirilmesi için kala kala bu mu kaldı?  

“Polemik niyetim yok” desem de bir iki not daha eklemeden geçemiyorum.

Söyleşiyi yapan gazeteci, başlangıçta, gazetesinin sütunlarına konuk ettiği kişiyi tanıtırken, Muzaffer İlhan Erdost’un onu “anadili gibi İngilizceyi, öz çocuğu gibi bilimsel sosyalizmi bilen” diye andığını belirtiyor ve değerli profesörün ağzından ekliyor: “Bugüne kadar ‘legal, illegal’ hiçbir parti üyesi olmadığını, ilk üye olduğu partinin CHP olduğunu vurguluyor.”

Bu anma ile vurgulamadan çıkarılabilecek bazı sonuçlar var.

Bir kez, her ikisi de aşırı denebilecek bir övgüyü içeriyor. Erdost ağabeyimizinki, İngilizce ile ilgili olanı neyse ne de, sayısız insan için söylendiğini biliriz, ama bilimsel sosyalizm ile ilgili olanı aşırı demenin yetmeyeceği büyüklükte bir övgü. Erdoğdu’nun kendi parti geçmişi ile ilgili açıklaması ise, herhalde, CHP için bir övgü niyetiyle söylenmiş olmalı. Tek amaç bu olmasa bile, burada bir tür övgünün bulunduğu anlaşılabiliyor. Hani, yine kendi deyişiyle, “ömrü daha iyi bir dünya, daha iyi bir Türkiye mücadelesi ile geçmiş bir insan”, üye olabileceği herhangi bir parti bulamamışken, en sonunda, CHP’li oluyor. Basbayağı büyük bir övgü, değil mi?

Ancak, öte yandan, bu iki övgülü söz yan yana gelince, her ikisinin de içtenlikle dile getirildiğini kabul etmek durumundayız, Erdoğdu’nun bilimsel sosyalizme ilişkin muazzam bilgisinin, onu bilimsel sosyalist yapmaya yetmediği ortaya çıkıyor. Kolayca görülebilen bir nedenle: Kuşkusuz, her insanın, gazetede kullanılan terimle devam edelim, bilimsel sosyalist partiye katılma yaşı değişir. Ama, bir insan, onca yaş yaşayıp “legal, illegal” o tür partilerden hiçbirine katılmadıktan sonra, o niteliği taşımadığı kendisince de yandaşları ve karşıtlarınca da kesinlikle bilinip açıklanan bir partiye üye olduğunu, şu söyleyeceğimizde bir abartma yoktur herhalde, apaçık bir övgü ve övünmeyle “vurguluyor”sa eğer, “Bu nasıl bilimsel sosyalist?” sorusu, çok mu insafsızca olur?

Elbette her insanın “bilimsel sosyalist” olması da, öyle  kalması da beklenemez. Öyle olmayan ve olduktan sonra öyle kalmayan insanlar da, ikincilerin düşmanlaşmaları ve kendi geçmişlerine küfretmeleri durumunda bu olasılık çok azalmakla birlikte, önemli işler yapabilir, değerli çalışmalara katkı sağlayabilirler. Onlardan ve çalışmalarından yararlanmak gerekir; hatta, belirlenmiş amaçlar doğrultusunda, kendileriyle işbirliği yapmak gündeme gelebilir.

Ama işte o kadar.

Evli evine, köylü köyüne gitmişse, bu iyidir. Bu gidiş herkesçe bilinir olmuşsa; kimin evi, kimin köyü nerede, açıkça ortaya çıkmışsa, daha da iyidir.

Öyledir de, bunca sözden sonra, işin özünü daha fazla uzatmadan sergilemek bakımından, Hoca Nasrettin’in yardımına başvurmanın ne zararı olabilir!

O benzersiz halk bilgemizden esinlenerek şöyle demekte bir sakınca yok: Hadi baştaki “milli” sözcüğünü atalım, onun bir geçerliliği kalmadı artık, bizim eski “demokratik devrimcileri” kırpıp kırpıp CHP yöneticisi ve milletvekili yapıyorlar anlaşılan.