Yıkma Zorunluluğu

Daha önce de yazmışımdır hatta birden çok kez yazmışımdır. Başka türlüsü de beklenemez çünkü, ne zaman böyle kötü görüntüler karşısında kalsam, bunlar dayanılması kolay olmayan bir süre karşımda dursa demek istiyorum, düşünmeden edemem: Hayatı yaşanmaya değer kılmak için pek çok yıkım işlemini gerçekleştirmek zorundayız. Bu yıkımlar çok geniş kapsamlı ve türlü güçlüklerle dolu olacağı, o arada pek çok güçlüğe ve acıya yol açabileceği için “ne yazık” diye de eklememiz gerekiyor.

Ne yazık, yapmak zorunda olduğumuz yıkımın çokluğu ve yayılacağı alanların genişliği, insanı ürkütüyor!

Yine ürküntü ve üzüntü içine girmeme yol açan görüntü ile, bu kez, Ankara’da karşı karşıya kaldım. İstanbul’da benzer bir konumda olsaydım, çok daha korku dolu bir üzüntüye kapılırdım mutlaka.

Yüksek bir yerdeydim ve alt katları sis içinde kaybolup gitmiş yapıların üst katları görülebiliyordu. Kirli bir pamuk yığınına rasgele aralıklarla batırılmış bu koyu gri ve köşeli, düzgün kesilmiş odunlardan başka hiçbir şey görünmüyordu. Berbat, berbat derken iç karartıcı, dolayısıyla başarılı bir korku filminin açılış ya da kapanış görüntüleri sanki.

Konutlar, işyerleri, alışveriş merkezleri… Yaşadığımız kentler, iyice alçaklara kadar çökmüş sisin içinde böyle görünüyor işte. Tam bir karabasan.

İçinde çalışırken, yeyip içerken, gezip dolaşırken, aşık olurken, hatta hastalanıp ölürken böyle bir korku filmi gibi görünmüyorsa, insanlar aldanmaya, yanıltılmaya, baktığını görmemeye ya da gördüğünü anlamamaya alıştırıldıkları içindir.

Bütün bunları, hiç değilse bunların önemli bir bölümünü yıkmadan nasıl yeni bir hayat kurulabilir? Deyimin tam anlamıyla ömür törpüsü bu kentlerin çirkinliklerine dokunmadan, hangi ekonomik rasyonellik gerekçeleriyle olursa olsun bu boğucu, kıstırıcı, öğütücü havayı solumaya devam ederek güzel bir dünya inşa edilebilir mi, onu yaratacak insan yetiştirilebilir de kolları sıvayıp işe koyulabilir mi?

Tam böyle iç karartıcı bir görüntünün karşısında bir yığın karamsar sorunun saldırısına uğramışken, bir süredir uzaktan uzağa kulağıma gelip duran radyodaki sesler ayırt edilebilir oluyor.

Bir ürünün reklamını yapıyorlar. Ben radyoda rastladım, televizyondaki nasıldır diye o saatten beri merak ettiğimi de eklemeliyim. İki sevgili telefonda konuşuyorlar. Erkek olanı bir şeyden söz ediyor, bir öneride bulunuyor olabilir, radyo genellikle böyle dinlenir, bir işle uğraşıyorsunuzdur, kulağınız orada, çoğu kez orada bile denemez, kulağınıza çalınan sözler var, o yüzden tam hatırlamıyorum, öyle bir söz etmiş ki demek, hattın öbür ucundaki kadın hiddetleniyor. Ama nasıl hiddetlenmek! Şöyle diyor: “Yuh yani, Ahmet, yuh ulan ayı!” Buradaki yuh’larda en küçük bir abartma yok sadece “ulan ayı” kısmı öyle değildir de, belleğimde öyle kalmıştır muhtemelen. Muhabbet öyle ilerliyor ki, ardından o kısmın gelmesi gerekir diye belleğimde bir varsayım oluşmuş olabilir. Ayrıca, Ahmet de demiyor elbet, günümüzün tutulan isimlerinden birini söylüyordu herhalde, o da aklımda kalmamış. Aklıma takılıp kalan, iki sevgili birbirleriyle konuşurlarken, kadın olanın öbürüne seslenişi.

Burada gerçekçiliğe aykırı bir metin yazımının söz konusu olduğunu sanmıyorum. Zamane sevgililerinin birbirleriyle böyle konuştuklarından, zaten sevişmelerinin de bundan ibaret olduğundan kuşku duymayı gerektirecek herhangi bir neden yok.

Yuh’lar, yaa’lar, yani’ler, aşkım’lar, hasttir’ler, öptüm’ler, daha neler… O arada, el şakaları, eşek şakaları, itiş kakışlar, uluorta höykürmeler, haykırmalar, çığırmalar, sokak ortalarında

her türlü yıvışmalar…

Özünü eleveren bütün bu dış görünümlerle sürüp giden medeniyet ilişkileri, arkadaşlıklar, dostluklar, aşklar…

Dostluklar? Aşklar? Daha neler!

Demek, sadece fiziksel yapıları değil, ilişkileri, ilişki biçimlerini, ilişkilerin kimyasını da yıkıp değiştirmemiz gerekiyor.

Bir kez daha, ne yazık!

Ne yazık çünkü, ne kadar zor!