Yeni Ordu

Hayır, o değil! Sözünü edeceğim o değil.

Artık birçok kaynakta, kendi tercihine uygun olarak, “Mümtaz apostrof er” imlası ile anılan zatın, yeniçerilerin dağıtılmasını hatırlatarak şimdiki ordunun lağvedilip yerine kurulmasını önerdiği yeni ordudan söz edecek değilim.

Söz etmek istediğim, şu son günlerin gazlı, dumanlı görüntülerinin de zorlamasıyla olmalı, ilk kez Turgut Özal tarafından dile getirilmiş olan “yeni ordu”dur polislerden oluşan yeni ve farklı bir orduyu gündeme getiriyordu zamanın başbakanı.

Bunu Toplumsal Kurtuluş dergisinde yazdığımızı ve bazı yorumlar yaptığımızı hatırlıyordum. Ama elimdeki dergi koleksiyonunda bir türlü bulamamış, dolayısıyla konu etmeye de çekinmiştim. Bu yılın ilkbahar aylarındaydı herhalde, bir sohbetimiz sırasında, Yalçın Küçük üstada sordum. Belleğimi doğrulamakla kalmayıp kaynağını da söylemişti galiba bu yılın Mayıs ayında Yeni Harman dergisine verdiği bir mülakatta da sözünü etti.

Kaynak, 1998’in Kasım ayında ölen Hürriyet gazetesi yazarı Yavuz Gökmen idi. Eski solculardan ve daha sonra Özal ile yakın ilişki içinde bir gazeteci olan Gökmen, aralarındaki bir sohbeti gazetesindeki köşesine aktarırken buna değinmişti. Özal’ın kafasında, bilinen ordunun dışında, sayıca kalabalık ve güçlü bir polis ordusunun bulunduğunu yazıyordu ve bunun ordunun siyasete müdahalesi üzerine konuşurlarken, bu bağlamda, o istenmeyen duruma karşı bir caydırıcı önlem olarak sohbetin gündemine getirildiğini belirtiyordu.

Gökmen, o sıralarda, Özal’ın en güvendiği gazetecilerden biri, hatta kendisinin “basın dünyasındaki gözü ve kulağı” olarak bilinirdi. Dolayısıyla, biz de, daha sonra yalanlanmamış bu bilgiye dayanarak dergimizde birtakım değinmelerde bulunmuştuk.

Muhtemelen, seksenli yılların ikinci yarısında, ama sonuna gelmeden önceydi.

Daha sonraki yıllarda Özal’ın bu tasarımını yahut tahayyülünü sık sık hatırlamışımdır. Bu hatırlayışların ürünü olarak, o orduya ilişkin gerçekleşmelerin ne durumda olduğunu da merak etmişimdir ilk akla gelen bir gösterge olarak da sayıca hangi düzeyde olduğunu… Sözgelimi, 1994 yılında düzenlenen bir kongrede, verilen bir çay molası sırasında, başkanlık yaptığım oturuma konuşmacı olarak katılan bir doçente sorduğumu hatırlıyorum. O sırada Polis Akademisi’nde görevli olan ve daha sonra bir taşra üniversitesine geçen bu doçent, 200 binin epey üzerinde bir sayı vermişti.

Şimdi kaç olmuştur acaba?

Son günlerde ülkenin her yerinde, büyük kalabalıklar halinde ve cop ve tabanca gibi konvansiyonel olanlarından kimyasal olanlarına kadar çeşitli silahlarla, İstanbul’dan Ankara’ya Muş’tan İzmir’e kadar her yere yetişerek, itfaiyeciden tütün işçisine Kürdünden Türküne kadar her kesimden halka karşı “kanun ve nizam hakimiyetini temin” görevini amansız bir kararlılıkla yerine getiren bu yeni ordunun görüntüleri, gelinen noktanın hiç değilse dışarıdan görülebilen özelliklerine ilişkin yeterince fikir veriyordu.
Ancak bütün o görüntülerin hatırlattığı bundan ibaret değildi. En azından, yaşları kırkın altında olmayanlar için hatırlanmaması imkânsız bir iz, bir işaret, bir kalıntı daha vardı.

Bu, küçük, önemsiz, unutulup gitmeye mahkum bir polis derneği iken, 1975 yılında yapılan kongresinden sonra, “Pol-Der” adıyla koskoca bir ülkenin tarihine yazılmış, o ülkenin canına okuyan en azgın karşı devrim saldırısının tetikçileri tarafından yaptıkları “demokrasiyi kurtarma harekâtı”nın gerekçeleri arasında gösterilmiş bir polis örgütlenmesi idi.

Sözü uzatmamak için bu polis örgütünün kendi gazetesinde o yıllarda yayımlanmış bir yazıdan birkaç satır aktarmakla yetiniyorum:

“Bir grev, boykot veya gecekondu sözü geçince, akla hemen ‘polis’ gelir olmuştur. Çünkü egemen sınıflara sırtını dayamış olan politik çevreler, polisi, bu sınıfların yararına ‘yasal maşa’ gibi, daha genel bir ifade ile, halkı halka karşı kullanagelmişlerdir.

“Oysa çoğunluğu yaşam ve g"eçim sıkıntısı içinde olan polisin, kardeşleri olan öğrencilerimize ve gecekondu komşusu olan işçilerimize, yasa dışı davranışlarını düşünmek bile olanaksızdır. Bu tür durumlarda kusur ve suç, polise yön verme yetkisinde olan üst makamlarındır." (…)

“Bir tek şeyin bilinmesinde, hem de tüm politikacılarca bilinmesinde yarar vardır: Polis toplumun karşısında olmaktan ve gösterilmekten artık hoşlanmıyor. Politikacıların ve onların sırt dayadıkları bazı çevrelerin polisi değil halkın polisi olmak istiyor.”

“Halkın polisi” olmak isteyen ve bunu kuruluş amaçlarının başında açık açık dile getiren bir polis örgütlenmesinin düzenin tahammül sınırlarını aşması, kuşkusuz, beklenir bir durumdur bu anlamda, doğaldır, “eşyanın tabiatına uygun”dur. Nitekim, 12 Eylül cuntasının şefi ilk günden bunu belirtmiş ve yaptıkları hayırlı işin başlıca gerekçelerini sayarken sık sık tekrarlamıştır.

Ülkemiz bir daha o günleri yaşamayacak bir daha Pol-Der gibi bir polis örgütlenmesi olmayacak. Türkiye’nin emekçileri bir kez daha o mücadelecilik düzeyine ulaştıklarında, çok daha etkili, sonuç alıcı örgütlenmelere girişecek ve o ünlü sözden de bildiğimiz gibi, ilki trajedi olarak gerçekleşip sonlanmış bir olayı ikinci kez tekrarlayıp komik duruma düşmemeyi becereceklerdir. Herhalde öyle olacaktır. Olmalıdır.

Şimdilik, bir değinme ile bitirmek durumundayız.

Yukarıdaki birkaç bilgi ve alıntılanan satırlar, andığımız örgütün genel sekreteri ve genel başkan vekili olarak görev yapmış, şu sıralardaysa yetmiş yaşını devirmiş bir “halkın polisi”nin anılar kitabından aktarıldı. Sıtkı Öner’in 2003’te yayımlanan o kitabı şu çağrı ile sona eriyordu:

“Bu kitabın, Pol-Der’le ilgili anıların, bilgilerin ortaya çıkması, toparlanması için bir çağrı olmasını diliyorum.”

Demek, aradan altı yıl geçmiş. Ama bu dileğin gerçekleşmesi yönünde, ürünü ortaya çıkmış herhangi bir çabanın varlığını bilmiyoruz.

Toplumsal mücadele tarihimizin öğrenilmesi açısından, üzüntü verici, hele sürüp gidecek olursa, umut kırıcı bir eksikliktir.