Yalnız tek tek ülkeler, toplumlar, ulusal örgütlenmeler düzeyinde değil, ülke toplulukları ve uluslararası örgütlenmeler düzeyinde de dikkate değer bir parçalanma gözlemlenebiliyor.
Yaygınlaşan parçalanma
Mesut Odman
Yalnız tek tek ülkeler, toplumlar, ulusal örgütlenmeler düzeyinde değil, ülke toplulukları ve uluslararası örgütlenmeler düzeyinde de dikkate değer bir parçalanma gözlemlenebiliyor. O kadar ki, zaman zaman, kimi düzeylerde bu bölünüp parçalara ayrılma gözlemini dillendirebilmek için paramparça sözcüğüne başvurmak bile çok da abartılı olmuyor.
Bu durumu nesnelerle örnekleyebilmek bakımından, kimsenin başına gelmesin, hızla yol alan bir otomobilin ön camının parçalanmasını düşünmek yararlı olabilir. Otomobilin hızı ve camın kalitesi gibi içsel, cama çarpan nesnenin sertliği ve büyüklüğü ile çarpma açısı gibi dışsal denebilecek nedenlerle bağlantılı olarak, camda bir iki büyük çatlağın ortaya çıkmasıyla da sonuçlanabilir olay, ama cam yerinde durmaya devam eder. Bu durum, kısa bir süre de olsa, yapıştırma ile idare etmeye izin verebilir. Ancak, camın kuraklıktan çatlayıp yarılmış toprak görünümü alacak kadar çok sayıda parçaya ayrılmakla birlikte her zaman unufak olup dağılmadığı bir sonucun “ucuz atlattık” demeyi haklı çıkarması da mümkün olabilir. Bu sonuncu durumda, eğer cam kendiliğinden dağılıp dökülmediyse, onun en az zarar verecek biçimde tümüyle dökülmesini sağlayıp hemen yenisini takmaktan başka çare yoktur.
Şimdi, nesneler yerine, insanlar ve toplumsal sınıflar ile onların yapıp ettiklerine bakarak sürdürelim.
Hemen hemen bütün toplumsal sınıflarda şu ya da bu ölçüde bir bölünmeden, bu sözcük o sınıflar adına fazlaca iyimserlik taşıdığı için biraz değiştirerek, basbayağı bir parçalanmadan söz etmek mümkün görünüyor. Egemen sınıfların bile hem nesnel konumları hem de tutumlarında zaman zaman şaşırtıcı farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Yönetilen sınıflara gelince, onların nesnel durumlarındaki apaçık benzerliklere karşın, ülkeleri ve sınıfları ile ilgili çeşitli konulardaki tutumlarında daha da şaşırtıcı farklılıklar görülebiliyor.
Örnek olsun, Cumhuriyet tarihinin en uzun hükümet dönemi rekorunu kırmaya yaklaşan AKP, hep “tek başına” hükümet olma görünümü altında gönüllü ve gönülsüz koalisyonlarla işi götürdü. En az üçünü ayırt etmekte bir güçlük yok, ciddiye alınabilir itirazın da olacağı söylenemez. Birincisi, iktidar döneminin ilk yıllarında dilimizi alıştırdığımız AkParti-AsParti koalisyonudur. İkincisi, ilkiyle aşağı yukarı eşzamanlı olarak yürütülen, sonradan kendi resmi yakıştırmaları olan kısaltma ile söylersek, "Fetö" ile gerçekleştirilen koalisyon. Üçüncüsü, bir zamanlar kendilerine ağzına geleni söylemekten geri durmamış Bahçeli’nin partisi ile kurulan koalisyon. Bunların ilk ikisi parçalanarak sürdürülmüş ve ilki daha küçük, ikincisi daha büyük vartalar atlatılarak, o arada, belli bir “tecrübe” kazanılarak sonuçlandırılmıştır. Üçüncüsünün sürüp gittiği ise bilinmekle birlikte, henüz parçalanma görünümünden çok uzak ufak tefek olayların oluştuğuna ilişkin dedikodu ve işaretler hemen herkesin ulaşabileceği açık kaynaklarda yer bulmaya başlıyor.
Öte yandan, ilan edilmese, hatta gizlenmeye çalışılsa da açık gerçeklik durumundaki koalisyonlar bir yana, gerçek olamayacak kadar tek parça gösterilmeye çalışılan AKP’nin de öyle olmadığı, ilgisi ve bilgisi yeterli düzeydeki hemen herkes için kolayca anlaşılabilir. Sözgelimi, kendi payıma şunu söyleyebilirim: Gerçekten başarılı bir bellek tazeleyici işlevi gören “Medusa’nın Salı” belgeselini izlerken bir kez daha hatırlamış oldum. Bu partinin 4 kurucusundan sadece birincisi gücünü artırmış olarak yerli yerinde duruyor. Ötekilerinse ne güçleri kalmış, ne adları anılıyor… Ayrıca, ikisi yeni, biri kendisinden bile eski İslamcı gelenekten gelen 3 parti hâlâ parlamentoda yer ve söz alabilir durumda… Yine açık kaynaklarda, genel merkezde iki önemli hizip konumundaki grupların asansörlerini bile ayırdıkları iddiaları dile getiriliyor ve, benim izleyebildiğim kadarıyla, ne resmi bir yalanlama oluyor ne de yumuşak ya da sert bir karşı tepki…
Tuhaf bir biçimde en son yerel seçim sonuçlarındaki kılpayı birinciliğine bakarak övünmeyi “görmemişin bir oğlu olmuş” kutlamalarına dönüştürmekten vazgeçmeyen “ana muhalefet partisi”ne ise ne denebilir! Önceki genel başkanlarının büyük kongrede sahtekârlık imalarını gündeme getirmesi yüzünden başlarına gelenlere ve geleceklere bakmak yeter. Şu anda görünür durumdaki parçaları, bir yanda yeni ve genç genel başkan, bir yanda eski ve yaşlı genel başkan, bir yanda cumhurbaşkanlığı heveslisi belediye başkanı, bir yanda pusuya yatmış cumhurbaşkanı adayı öteki belediye başkanı olarak saydıktan sonra, düşünüyor insan, eksik bir parça kaldı mı diye…
Kendi ülkemizdeki açık ya da henüz açığa çıkmamış parçalanma örneklerini saymayı bırakıp bakışlarımızı biraz da dışarılara çevirebiliriz.
Dışarılar dediğimiz, emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin egemen olduğu dünya. Oralara ilişkin bizdekine benzer ayrıntılı bir parça sayımına girişecek kadar yakın ilgim yok. Ama şu kadarını belirtip geçebiliriz: Avrupa çok uzun zamandır sergilediği “birlik içinde parçalılık” görüntüsünde değişik ülkelerde değişik biçimlerde ağırlık kazanan açık faşist eğilimleri beslerken, bizim dilimizde de yayımlanmış eski bir kitabın adıyla söylersek, “Amerika Birleşmemiş Devletleri”nde o eğilimler ne zamandır sağlama bağlanmış iki partililik içinde özümsenip kendi dışındaki coğrafyalara eli sopalı akıl hocası olarak gönderiliyor. Bunu derken kişi olarak anlatmak istediğim Trump değil, onun kendisine yardımcı olarak seçtiği JD Vance. Kırk yaşını yeni geçmiş ve en az kendisi kadar uçuk kaçık bir politikacı bu. Resmi ziyaret yaptığı Avrupa ülkelerindeki faşist eğilim ve partilere kaba saba destek atarak kırdığı potlarla şimdiden belli bir ün kazanma yolunda adımlar atıyor.
İtiraf etmeliyim, bu yeni Vance’ın adıyla marifetlerini duyduğumda, merak işte, eskisiyle bir akrabalığı var mı diye araştırdım. Yokmuş, anlaşılan. Eskisi dediğim, bizim gençliğimizdeki Cyrus Vance. Başkan Carter döneminde Dışişleri Bakanlığı yapmıştı. İşte o Vance, çok daha önce, 1967 yılının Kasım ayında ABD Başkanı Johnson tarafından Yunanistan ve Türkiye’ye kendisinin “Kıbrıs özel temsilcisi” olarak gönderilmişti. Resmi unvanı buydu galiba. Biz “devrimci öğrenciler” de onu ve onun kişiliğinde Amerikan emperyalizmini protesto etmek için Ankara Esenboğa’ya gidip havaalanı pistinde oturma eylemi yapmıştık. “Birleşik Devletler bizi durduramaz” diye de İngilizce büyücek bir pankart hazırlamıştık. Havaalanı pistinde o pankartın altında otururken fotoğraflarımız vardır. Neden “USA” değil de “US” diye yazmıştık, onu hatırlamıyorum. Herhalde pankartımızın boyu yetmeyecek diyedir.
Ama, eylem hiç işe yaramadı sanılmasın. Uzunca bir bekleyişten sonra Amerikalının uçağının gelmeyeceği açıklanmış ve biz de öyle itiş kakış, hırgür falan olmadan kente dönüp dağılmıştık. Ertesi gün gazetelerde ABD Başkanı özel temsilcisinin uçağının güvenlik gerekçesiyle Esenboğa’ya değil, Mürted askeri havaalanına indirildiğini okuduk.
Uzatmayalım, bu Vance başka Vance. Eskisini şimdiden unutturduğu söylenebilir.
Az önce dışarılara bakalım derken, oraların emperyalizmin egemenliği altında bir dünya olduğunu da eklemiştik. Onun ne demeye geldiği ise bundan bir yüz yıl bir de yaklaşık on yıl daha önce aynı adı taşıyan bir kitapta öz olarak yazılmıştı. “Öz olarak” derken daha yazılması gerekenler var, demiş oluyoruz.
Orada birtakım ekonomik göstergeleri içeren bir tanım verilmişti. Tekellerin belirleyiciliği, mali sermaye ve mali oligarşi, sermaye ihracının kazandığı önem, uluslararası tekelci birlikler, en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi. Onlarda bir değişiklik ya da yanlışlık yok. Şimdi vurgulamamız gereken şu olmalı: “(…) emperyalizm için başta gelen şey, hegemonya mücadelesindeki büyük güçler arasındaki yarışmadır; yani doğrudan doğruya kendisi için değil, ama rakiplerini zayıflatmak, onların hegemonyasını sarsmak için de toprak ilhak edilmektedir.”
Şair Cemal Süreya’nın çevirisinden küçük birkaç değişiklikle aktardığım bu cümledeki vurgu noktası, emperyalizm açısından kendi doğrudan çıkarı için değil, rakiplerinin hegemonyasını kırmak için saldırganlaşmanın ve yayılmanın önemidir. Başka türlü anlatırsak, emperyalizm, aynı zamanda bir hegemonya kurma ve başkasının hegemonyasını kırma mücadelesidir. Bu açıdan bakıldığında, hakkında deli, çılgın ve benzeri yakıştırmalar yapılan Trump’ın, bunlardan önce, pek “kitabi” bir emperyalist politikacı olduğunu söylemek mümkündür. Emperyalizmin kitabına son derece uygun davranmaktadır.
Bunların bir büyük savaşa yol açıp açmayacağı sorusuna gelince, yersiz bir soru olmamakla birlikte, herkesi doyurucu bir yanıt verme çabasının kâhinliğe dönüşme tehlikesi vardır. Onun yerine, yine şairimizin çevirisinden aktaracağım şu satırları akılda bulundurmak doğru olur:
“(…) ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun, ‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifakları, kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerin ‘mütarekeleri’ olmaktan başka anlam taşımamaktadır. Barışçı ittifaklar, savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar; tek ve aynı temel üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve ilişkileri temeli üzerinde barışçı olan ve barışçı olmayan savaşımın almaşık biçimlerini yaratarak, biri ötekini koşullandırır.”
Yeterince açık değil mi? Bundan fazlası gerçekten kehanete girer.