Yaşarken ve Ölürken

Öldüğümüzde geride kalan, geride mi nerede bıraktığımız, ölü bedenimize ne yapılmalı? Müslüman halkımızın alışkanlıklarına mı uymalıyız, yoksa ömrümüz boyunca onların canına okunmasında küçümsenemeyecek bir payı olduğunu gördüğümüz dinsel buyrukların dışına çıkılmasını mı istemeliyiz? Ne kadar önemli ya da anlamlı bir sorudur, kestiremiyorum. Önemsiz olduğu, her durumda, örneğin şimdikine benzer durumlarda önem taşımadığı söylenebilir de, anlamsız olduğunu ileri sürmek herhalde kabul edilemez. En azından şu anda böyle düşünüyorum.

Kimin yazdığını ne kadar uğraştıysam da hatırlayamadım. Nerede okuduğumu da… Ama son birkaç gün içinde bir yerde okuduğumdan kuşkum yok: Mihri Belli, “Beni halkımın gömüldüğü gibi gömün” diyesiymiş. Pek çok devrimci de öyle gömüldü zaten. Her birinin buna benzer bir tür vasiyetinin bulunduğunu düşünmek için elimizde yeterince veri olmadığı apaçıktır. Dolayısıyla, devrimcilerin müslüman usullerine uygun olarak gömülmelerinin, bu çok yaygın alışkanlığın, o insanların isteklerine uygun olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu.

En başta yazdığım soruyu aklıma düşüren, Mihri Belli’nin nereden öğrendiğimi hatırlayamadığım o isteği oldu.

Devam ederken, daha yeni kaybettiğimiz bu devrimcinin ölümünden sonrasına ilişkin birkaç yaşantıdan söz edilebilir.

Sevdiğim ve epeydir de görmediğim bir yoldaşım çok ısrarcı olmuştu, “abi bunu bir tek siz yazabilirsiniz, yazmalısınız” diye… “Siz” derken, kibarlıktan, ikinci tekil kişi öznesi kullanmıyor, basbayağı ikinci çoğul konuşuyor, benden başka en az bir kişiyi daha kast ediyordu, o da muhtemelen benden daha çok sevip saydığı bir kişi, benim de kırk küsur yıllık arkadaşım, kıskandığımdan değil, bir gerçeği teslim etmek için bu ayrıntıyı da araya sıkıştırmış oluyorum. Bir yerde otururken almış ölüm haberini ve hemen yandaki masada pek genç bir delikanlı, önünde “ulusal sol” diye etiketlenen eğilimde bir dergiyi yahut gazeteyi karıştırırken, aynı haberi, biraz da yakışıksız sözlerle birlikte, neredeyse öfkeli bir sevinçle karşılayınca, tepki göstermiş, kızıp söylenmiş. Yaşadığı bu olayı da aktararak ısrar ediyordu. “Hayır oğlum, yapamam, bunu benden isteme” diye olmazlanmıştım. Hatta, kendisinden Nâzım’ın ölümü üzerine bir yazı yazması istendiğinde Aragon’un önce söyleyip sonra çaresiz yazıya döktüğü itirazı, benim de Behice Hanım’ın ölümü için yazı yazmam istendiğinde o satırlardan yararlandığım, belleğimde canlanmıştı: “Hayır, yazamam, şimdi olmaz, rica ederim. Bırakın, benim için tümüyle ölsün, yoksa, daha önce, altmış yaşındaki bu delikanlı, bu sarışın boğa, ne hapisanenin, ne hastalığın, ne yaşın etkileyebildiği bu insan içimde terütaze yaşadıkça hiçbir şey yazamam.”

Benim içimde yaşamaya devam eden doksan beş yaşında bir delikanlı yoktu gerçi, ama böylesi durumlarda o pek ustaca çiziktirilivermiş şairane satırları hatırlamadan edemem.

Ayrıca, ölümünü izleyen günlerde merkez medya denilen basılı yayınlarda onun için övgülü sözler edilmesine de canım sıkılmış ve o zaman da bizim çocukların, HüseyinYusufDeniz’in bundan 13-14 yıl kadar önceki ölüm yıldönümlerinde onlar için “demokrasi kahramanları” denilmesine öfkelenerek yazdığım şiirin başlangıcını hatırlamıştım:

“kaç mayıs geçti çocuklar ben yaşlandım

sizin babanız yaşında oldum

pırıl pırıl bir gündü bugün ne çok ölülerimiz oldu

demokrasi savaşçısı da ilan edildiniz ya aldırmayın

ama ben öfkelendim bir yığın küfür savurdum”

Elbet bu son satırlarda yazdıklarımı o arkadaşıma söylemedim, sadece konuşma sırasında aklımdan geçiriyordum. Ancak, şuna benzer sözler ettiğimi hatırlıyorum: O şimdi aramızdan göçmüş büyüğümüz, benim kısa pantolonla bu işlere girdiğimden bu yana hiç bir arada, birlikte, aynı siyasal çizgi ve eğilim içinde olmadığım, bir arada olmak ne söz, hep karşı konumlarda yer aldığım bir devrimcidir. Ama, sonuç olarak, devrimcidir ve büyüğümüzdür, dolayısıyla hem çok esaslı bir ortak yanımız vardır, hem de doğulu olarak büyüklerimize saygı göstermek en çocuk zamanlarımızdan başlayarak bize öğretilmiştir, öyleyse, senin dediğini de yabana atamam. Bu minval üzre bir konuşmaydı işte. O gün bu gündür aklımdan çıkmadı. Karşılaştığım ısrar da ettiğim laflar da… Şimdi, bir bakıma, o ısrara bir karşılık vermiş oluyorum.

Kaybettiğimiz bu büyüğümüzün “halkımızın gömüldüğü gibi gömülmek isterim” yollu bir vasiyetinden söz edildiğini şu günlerde işittim ya da okudum, demiştim. Benimsemekte güçlük çekmekle birlikte, hemencecik, tereddütsüzce, kesin olarak karşı da çıkamıyorum doğrusu. Şu anlamda: Kendim de “ölümün soğuk soluğunu ensemde hissettiğimde”, böyle bir his olur mu, bilmem, ayrıca tırnak içinde yazdığım bu kalıbı nereden hatırladığımı tam olarak çıkaramıyorum, Mayk Hammer’den bile olabilir, kimileyin Mike diye de yazarlardı galiba, onun müellifi Mickey Spillane’in yazabildiği topu topu dokuz maceradan da hatırlıyor olabilirim, üstad Kemal Tahir’in şimdi sayısını hatırlayamadığım kadar çoğalttığı maceralardan da olabilir, böyle bir kalıp ya da Divan Edebiyatı hocalarımızın öğrettiklerini tümden unutmuş olamayız, “mazmun” vardı. Öyle işte, ölümün soğuk nefesini ensemizde hissettiğimizde, farklı bir havaya girebiliriz şimdilik, halkımızı nasıl gömüyorlarsa, bizim büyük çoğunluğumuzu da öyle gömüyorlar. Halkımızı sevdiğimiz, onun iyiliği için epeyce ceht ve gayret sarf ettiğimiz doğru olmasına doğrudur da, o nefeste, o sonuncusunda, kendi verdiğimizde mi, yoksa ensemizde hissettiğimizde mi her neyse, halkımız kusura kalmasın, bir ömür boyu anlatmaya çalışıp da anlatamadığımız hurafelere boyun eğmenin, en sevdiklerimizin bile hatırına olsa, bir son bulacağı nokta burası işte, diyebiliriz. Belki orada, o zaman anlarlar ya da anlamaya yaklaşırlar yahut anlamalarına yönelik sarsıcı bir adım atılmış olabilir diye…

O da olmayacaksa, eh, ne denebilir, deyimin içindeki “her” sözcüğünü tek tek her bir kişi değil de, her halk ya da toplum anlamında almak kaydıyla, her koyun kendi bacağından asılır. Kuşkusuz, buradaki “koyun” benzetmesini de pek sevgili halkımızın yine kendi dağarcığında yer alan “benzetmede hata aramamak gerektiği”ne ilişkin deyiş ile birlikte okuyup anlaması dileğini eklemek durumundayız.

Halkımızla birlikte yaşamak… Onun alışkanlıklarına uymak, hiç değilse taban tabana ters düşmemek... Bunu, onları asıl büyük kurtuluş davasına kazanmaya uğraşırken yüzyılların biriktirdiği ve şimdiki egemen sahtekarlıkların belli bir ustalıkla kullandığı yapay, gerçek olmayan karşıtlıkların engeline takılmadan saflarımıza katmanın gereklerinden biri olarak görmek… Bu tür kaygılar büsbütün yanlış sayılamaz belki, ama buradan doğan, doğabilen, doğduğuna hepimizin sık sık tanık olduğu yanlışlara, hatta onların neredeyse ölümcül bir nitelik taşımasına ne demeli?

Halkımızın kirlendiği, kirletildiği, dolayısıyla nesnel olarak onların içinde bulunan bizim de bu kirlenmeden payımızı aldığımız bellidir. O halde, ister istemez, toplumsal mücadelenin bir yanı, bir veçhesi, bir boyutu da bu kirlenmeden olabildiğince arınma, uzak kalmaya çabalama olacaktır. Üstelik, devrimciler “halkımız”ın sıradan, herhangi bir parçası olduklarını düşünemezler. Düşünecek olurlarsa, devrimcilik nerede kaldı? Bu soru hemen soruluverir.

Kuşkusuz, asıl yapılacaklar, asıl gösterilmesi gerekenler, ortaklıklar, ayrılıklar, benzerlikler, benzemezlikler, yaşarkendir. Ama ölürken ve öldükten sonra da gösterebilecekleri var, hem ölenlerin hem geride kalanların…