Mesut Odman

Bunları eskimiş bulanlara söylenecek ne olabilir ki? Size yeni yollarınızda hayırlı muvaffakiyetler, demekten başka…

Yarım yüzyıl geçince eskidi mi?

Mesut Odman

Geçen hafta, Perşembe akşam üzerine doğru, Cuma günü yayımlanacak yazıyı tamamlayıp göndermiştim. Günlerdir beklenen “İmralı mesajı”ndan haberim yoktu daha. Öyle olunca da o konuyla ilgili herhangi bir şey yazma şansı bulamadım. Ama Aydemir Güler’in Cumartesi günkü yerli yerinde yazısı imdada yetişti. İmdat dediysem, benim imdadıma elbette. Mesajı gördükten sonra, Aydemir’in yazısında “Türkiye’nin benzersiz tarihsel belgesi” olarak nitelediği Kongre kararından söz etmek şart oldu, diye düşünmüş ve geç kalmamın, ertesi hafta yazsam bile, etkililiği azaltacağı kaygısına kapılmıştım. Derken, iki gün önce Fatih Yaşlı’nın yazısı da geldi. Böylece, bana sorulursa, hemen yazılması gerekenler ya da yazılabilecekler büyük ölçüde tamamlanmış oldu.

Şimdi, o belgenin özünü oluşturduğu kanısında olduğum iki madde ile devam ediyorum:

“6- Türkiye İşçi Partisi 4.cü Büyük Kongresi,

(…) 

  • Kürt halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini ifade ve gerçekleştirme mücadelesi ile, işçi sınıfının ve onun öncü örgütü partimizin öncülüğünde yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmek için, Kürt ve Türk sosyalistlerinin Parti içinde omuz omuza çalışmaları gerektiğini,

(…)

  • Parti’nin, Kürt sorununa, işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından baktığını 

kabul ve ilân eder.”

O kongre 29-31 Ekim 1970 günlerinde Ankara’da toplanmıştı. Toplantı yeri Dışkapı semtindeki Yıba (Yıldırım Bayezit) adını taşıyan bir çarşının en üst katındaki düğün salonuydu. Giriş katından döne döne çıkılan merdivenlerle salona ulaşılıyordu. Benim de içinde olduğum üniversite öğrencisi partililerden oluşan bir grup, toplantının güvenlik, temizlik ve düzeninden sorumluydu. Güvenlik önemliydi; çünkü Büyük Kongre öncesindeki bazı yerel kongre ve toplantılar gerilimli geçmiş, zaman zaman MDD’ci denilen kişiler ile toplulukların müdahaleleriyle karşılaşılmış, yer yer hoş olmayan bir itiş kakış havası doğmuştu. Kendi payıma, bizim okuldan gelmiş, sık sık sert tartışmalar yaptığımız, ama hiçbir zaman itiş kakış yaşamadığımız arkadaşlarımla gözlerimizi birbirimizden kaçırarak karşılıklı dikilmemizin tuhaflığını hiç unutamamışımdır. Neyse ki, Büyük Kongre sırasında bu tür olaylar çıkmadı. Yine de, bütün o ayrılıklar aralarında İstanbul, Aydın, Konya gibi illerden 25 dolayında delegenin de bulunduğu bir grubun, 29 ve 30 Ekim günlerinde Cinnah Caddesinin hemen başlarındaki Hanif Sineması’nda kendilerine göre, ayrı bir kongre toplamasına kadar varmıştı. 

Bundan 4 ay kadar sonra 12 Mart Darbesi’nin gerçekleştirildiğini; askeri darbeden 3 ay sonra da partinin temelli kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava açıldığını; 20 Temmuz 1971 tarihinde oybirliğiyle kapatma hükmünün verildiğini biliyoruz. Darbeyi izleyen 4,5 ay, davanın açılışını izleyen yaklaşık 5 hafta içinde umudumuzu ve güvenimizi tazeleyen bir yola girdiğini düşündüğümüz partimiz kapatılmıştı. Gerekçe, Kongre kararlarının benim seçerek yalnız iki maddesinin yukarıda altını çizdiğim, Aydemir’in ise geçen hafta tümünü aktardığı altıncı bölümüydü. 

Bugüne gelir ve sosyalist siyasetin, sosyalizm ve devrim için siyasal mücadele yürütmenin vazgeçilmez koşulunu hatırlarsak, bunun, her olaya, her konuya, her soruna, her dinamiğe sosyalizm ve sosyalizmin yolunu açacak devrimin gerekleri ve çıkarları açısından bakabilmek olduğunu vurgulamak zorundayız. Başka türlü de söylenebilir: Gözünde böyle bir düzeltici gözlük olmayanın, çarpıtılmış algılarla yoldan çıkmaması imkânsızdır.

Sosyalist siyasetin, kuşkusuz yeterli değil, ama gerekli koşulu, bu yaklaşımdır.

“Sorun”un anlaşılmasında ve tanımlanmasında sıkıntı var da “çözüm” olarak söylenenlerde, düşünülüp de söylenmeyenlerde yok mu sanki? Zaten, ilkinde sakatlık varsa, ikincisinde nasıl olmasın!

Bununla birlikte, çözülemez yerine çözemezler diyelim ki, sorunun doğası gereği çözülemez olduğuna ilişkin bir iddiada bulunduğumuz izlenimi doğmasın.

Neden çözemeyeceklerini ileri sürüyoruz peki? Bu sorunun geçerli yanıtlarından bazıları biraz da ironik biçimde, çözeriz iddiaları ile yan yana yeniden sıralanıyor bugünlerde.  Onları tekrarlamadan birkaç noktaya değinebiliriz.

“Çözüm” sözcüğünden ne anlaşıldığı üzerinde biraz durarak yapabiliriz bunu. Şu sıralarda olduğu gibi çözüm derken anlatılmak istenen, şiddetin bitmesi ise, şiddet kolay kolay bitmez, hatta hiç bitmez. Azalması ise kast edilen, mümkündür: Çok yükseldiğinde, ölüp öldürmekten, kan dökmekten yorgun düşmelerle ara verilir, hatta sönümlenmeye yüz tutar; ama mutlak anlamda “son”a ermez.

Böyle bir saptamanın geçerliliğine ilişkin başlıca üç dayanaktan söz edilebilir.

Birincisi, hangi etnik ya da ulusal kökenden olursa olsun ezilen emekçilerle sermaye sahiplerinin, daha genel anlamıyla, sömürülenlerle sömürenlerin arasındaki sınıf mücadelesi hiç bitmeyeceğinden, onun bir formu sayılabilecek yahut o mücadelede farklı derecelerde hep var olan şiddet tümüyle ortadan kalkmaz. 

İkincisi, sömürücü sınıflar, kendilerine farklı imkânlar sunan ulusal baskı ve sömürüden, baş edemeyecekleri kadar büyük bir güç ile karşı karşıya kalmadıkları ve/veya yenilgiye uğratılmadıkları sürece vazgeçme eğilimi göstermezler.

Genelden özele doğru gelinirse, üçüncüsü, Türkiye’nin sömürücü sınıfları açısından, başına Kürt sözcüğü getirilerek adlandırılan “sorunu” çözmeleri, hele hele öncelikle Kürt ve Türk emekçilerini gözeterek bir çözüm yoluna koymaları için kendileri açısından herhangi bir karşı konulmaz ihtiyaç ya da zorlama genellikle söz konusu değildir, olmamıştır. Ancak, yakın bir gelecekte ve özellikle dış dinamiklerin etkisiyle, bugüne kadar sadece birtakım değerlendirme ve kestirimler yapılırken yer bulabilmiş çözüm zorlamasının ya da çözüme zorlanmanın  somut bir gerçeklik kazanması da büsbütün küçümsenebilecek bir olasılık değildir.

Yazının başlığındaki sorunun yanıtına gelince…

En kısa yanıt, üzerinden yarım yüzyıldan daha uzun bir zaman geçmiş olan Dördüncü Büyük Kongre kararlarından yukarıya aktardıklarımdadır. Üstelik yalnız bizim ülkemiz için geçerli değildir bu. Oradaki Türk ve Kürt sözcükleri yerine hangi coğrafyadaki hangi halkların adları yazılırsa yazılsın, her zaman ve her yerde geçerli olan mücadele ilkesine ulaşılır: Ezilen ve sömürülen bütün halkların gerçek kurtuluşu olan sosyalizm için mücadeleyi tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmek üzere, her konuya bunun gerekleri açısından bakarak omuz omuza çalışmak amacıyla aynı çatı altında bir araya gelmek. Başarılabilirse, ne iyi! “Nihai zafer” denebilecek noktaya iyice yaklaşılıyor demektir. Başarılamazsa, nerdeyse bütün kazanımların sıfırlanabildiğini çoktandır, çok yerde görüyoruz.

Bunları eskimiş bulanlara söylenecek ne olabilir ki? Size yeni yollarınızda hayırlı muvaffakiyetler, demekten başka…