Yalan dolan düzeni

Yıllar yılı serbest olduğu söylenen iki “şey”den, her ikisi de gerçeklerle uyuşmadığına göre, yinelenmekten hiç bıkılmayan iki yalandan söz edeceğim.

Bunlardan ilki, yeni biten, daha doğrusu bitmesi gereken tarihin üzerinden benzeri görülmemiş uzunlukta bir süre geçmesine karşın hâlâ bitip bitmediği belli olmayan, seçimler. Elbette, başında bir de “serbest” sıfatı var. Artık kimsecikler inanmaz olmuşsa da, ister inan ister inanma denilerek olmalı, söylemekten vazgeçmedikleri bir yalan bu. İçinde yer almakla birlikte bu yalan dolan oyununda payı kuşkusuz çok daha az ve en bağışlanabilir olan geniş seçmen yığınları da durumun farkına varmaya başlıyorlar. Yakında bu konuda fazla söz söylemeye, hatta az da olsa söz söylemeye gerek kalmayacak.

Bununla birlikte, seçimin “serbest” olmasının koşulları üzerinde durmakta sakınca yok.

Bir kez, seçilenlerin ne için seçildiklerinin, ne iş yapacaklarının, o işi yapmanın hangi nitelikleri gerektirdiğinin ve o işi yapmak üzere aday olanların taşıdıkları niteliklerin, seçmenler tarafından açıkça ve doğru olarak bilinmesi şarttır. Başka bir anlatımla, bu zorunlu bilgilerin seçmenlere doğru olarak, seçimlerden yeterince önceki bir zamanda ve seçmenlerin anlayabilecekleri biçimde ulaştırılmış olması gerekir. Bu koşullar yerine getirilmemişse, seçmenlerin yanılması/yanıltılması, aldanması/aldatılması mümkündür. Mümkün olmak ne söz, çok yüksek bir olasılıktır.

İkincisi, seçileceklerin ve seçmenlerin, hem seçim öncesindeki propaganda dönemlerinde hem de oy verme gününde her türlü baskı, tehdit ve korkutmadan mutlak anlamda özgür olmaları gerekir. Bu da yetmez, seçileceklerin kendilerini ve programlarını seçmenlere duyurma bakımından da eşit imkânlardan yararlanabiliyor olmaları zorunludur.

Üçüncüsü, seçimlerle ilgili bütün kurallar, seçim işleminden yeterince önceki bir zamanda belirlenmiş olmalı ve seçilecekler ile seçmenlerin yansızlıkları üzerinde birleştikleri kamusal organlar eliyle uygulanmalıdır.

Dördüncüsü, seçimlerde oy verme işleminin gizliliği tartışma götürmez biçimde güvence altına alınmış koşullarda ve eksiksiz bir serbestlik içinde, kullanılmış oyların sayımının ise herkesin görüp izleyebileceği, ama hiç kimsenin müdahale imkânı olamayacak bir açıklık içinde gerçekleşmesi vazgeçilmezdir.

Daha fazla uzatmadan, bunların herhangi bir seçime “serbest” denebilmesi için gerekli en az koşullar olduğunu belirleyebiliriz.

Şimdi, isteyen, yaşı ve belleği elverdiği ölçüde, sonuncusu dahil bugüne kadar yapılmış seçimleri bu en az koşullar çerçevesinde değerlendirmeye çalışsın.

Çalışsın ve “bunlara serbest seçim demek yanlış olmaz” diyebilen varsa beri gelsin!

Demek, ille de serbest sıfatı kullanılacaksa, bunun kurulu düzeni korumaya yarayacak her türlü kuralsızlığın serbestliği olduğu anlaşılıyor.

***

Hiç vazgeçilmez ve tekrarından bıkılmaz ikinci yalan ise şu son seçime kesin bir nokta konmasının  alışılmamış biçimde uzamasından yakınılırken bir kez daha dile getiriliyor. Böyle bir uzamanın ülkemizdeki işsizlik, pahalılık, gelecekten güvensizlik benzeri birikmiş sorunları çözmek üzere işe koyulmayı engellediği ileri sürülüyor. Zaten ikide bir seçim yapılıyor, bir de böyle uzattıkça, çözüm bekleyen sorunlarımız öylece duruyor, deniliyor. Bazen de, iyice halktan yana bir tutumla, olan dar gelirliye oluyor, türü eklemeler yapılıyor.

Olanın dar gelirliye, gariban halka olmaması için ne yapılacağı sorusuna sıra gelince, yanıtların kimyasal özeti alındığında, serbest piyasa ekonomisinin eksiksiz olarak uygulanması klişesi elde kalıyor. Eksiksiz olarak uygulanması, bunu engelleyen etkenlerin ortadan kaldırılması, bunun için gerekli yapısal reformların geciktirilmeksizin uygulamaya geçirilmesi… İşte bunlar…

Aslında, bir yığın söz edilebilir de, hem bu tür bir yazıya uygun düşmez hem o kadar uzatmadan da anlatmak mümkün olabilir.

Yine de şu kadarını belirttikten sonra ünlü bir ahlakçıya gelebiliriz: Piyasa ekonomisi terimi, bir zamanlar, o kimseyi ikna etmeyen “serbest” sıfatı olmadan bir tür Birleşmiş Milletler terminolojisi durumundaydı. Bir zamanlar dediğim, işçi sınıfı iktidarlarının güçlü olduğu ve uluslararası düzeyde de sözlerinin dinlendiği dönemler. Uluslararası istatistiklerde onlar için “merkezi planlı ekonomiler” kalıbı kullanılırdı; kapitalist ekonomiler içinse “piyasa ekonomileri” denirdi. Ama “serbest” sıfatı eklenmezdi; çünkü, oralarda öyle serbestlik falan olmadığını herkes bilirdi.

Bilirdi; aslında hâlâ biliyor. Piyasa dedikleri ekonomi dünyası, asla serbest değildir, isteyen istediği gibi giremez, girdikten sonra serbestçe hareket edemez, orada egemenliğini kurmuş büyüklerden özgürce davranamaz. Üstelik, bunu engelleyen, sadece o büyüklerin ve çok büyüklerin ekonomik güçleri değil, aynı zamanda onların değişik biçimlerde hükmettikleri toplumsal-iktisadi düzenin sunduğu, hukuki olanlar dahil, çeşitli araçlardır.   

Ahlakçı dediğimize gelirsek, kendisi İskoçyalıdır, ahlak felsefesi profesörüdür, ilk büyük eseri de ahlaki duygular ile ilgilidir ve adı Adam Smith’tir. Bu serbestlik safsatasını ona kadar, hatta daha eskilere götürmek, mümkündür; ama hakkını yemeden asıl kaynağının o olduğunu teslim etmek gerekir. Gerçekçi gözlemleri ve değerlendirmeleriyle kendisinden sonra gelen proletarya bilginlerinin yolunu açan bilimsel keşiflerde de bulunmakla birlikte, birçok çözümlemesini ilk ilgi alanıyla uyumlu bir açıklamaya dayandırmıştır. Sıkıştığında, sıkıya geldiğinde ya da, üslubumuzu fazla avamlaştırmayalım, açıklama bulamadığında başvurduğu bir kavram vardır. “Görünmeyen el” der; birçok kritik noktada bu görünmeyen el devreye girer ve her şeyi açıklar; açıklar ve çözer.

Kısacası, burada da bir serbestlikten söz edilecekse, bunun, küçük bir azınlığın emeğinden başka geçim aracı olmayan büyük yığınları sömürme serbestliği olduğu söylenmelidir. Bunu az çok açıklamaya çalışarak haklı ya da doğal göstermeye çabalamanın varacağı yer, ünlü ahlakçı ve iktisatçının yolundan giderek, hurafelere inanmaktır.

Hurafelere yüz vermeyecekler içinse şöyle bir düşünce üzerinde durmaları önerilebilir: Epeydir bir kumarhane kapitalizminin varlığından söz ediliyor. Birçok bakımdan doğrudur. Kapitalizm, tersine bir evrimle mi demeli, ilk büyük ideologlarından biri olan ahlak profesöründen kumarbazlara ulaşmış durumdadır. Ama kumarbazların ve onların düzeninin işsizlikle, pahalılıkla, emekçi yığınlarla, onların bu tür dertleriyle ilgisi yoktur. Varsa da, ütülecek daha ne kadar insan kaldığını görmek içindir.      

***

Yazı bitti bitmesine de, aklıma takılan bir soru var, konu dışı sayılmaz.

Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, benim izlediğim ikidir, aynı iddiayı yineliyor: Şu anda yürürlükte olan anayasanın kabul edildiği halkoylamasının sonucunu belirleyen YSK kararı için ağzını doldurarak söylediği “inegzistans” kavramının tam olarak uyduğunu ve yokluk anlamındaki bu sözün bizdeki “butlan” kavramından farklı olduğunu ileri sürüyor. Bunun konuşulduğu oturumlarda, şunu soran olmadı: O zaman bu kararı veren aynı yargıçlar kurulunun şu günlerde vereceği kararlara güvenilebilir mi, güvenilebilir derken, sizin tanrısal bir kata yerleştirdiğiniz hukuk açısından güvenilebilir mi?

Daha önemlisi, şu soruyu da soran olmadı: Yokluk ile nitelendirdiğiniz bu kararın açık etkisi ile halk tarafından kabul edildiği varsayılan anayasa o günden beri yürürlükte, o günden beri neler neler yapıldı o hukuk metnine dayalı olarak ve bundan sonra da ne kadar zaman neler neler olacağı belli değil. O halde, sizin hukuk dediğiniz yücelik açısından bütün bu olanlar ve olacakların meşruluğu nereden kaynaklanır, nereden kaynaklanacaktır?

Benim gibi hukuk bilgisi çok sınırlı insanlar açısından, bu sorunun sınıfsal kökene ve ondan bağımsız olmayan akla dayanan bir yanıtı var kuşkusuz. Onu biliyoruz, ama bizim devrimci hukukçularımızın yanıtlarını, hemen söylenebilecekleri değil, daha içeriden, daha uzmanca yanıtlarını merak ediyorum doğrusu. Onları sınava çekmek için değil kuşkusuz, öyle bir yetkinliğimizin olmadığını az önce belirttik, sadece bilgilerimizi zenginleştirmemize yarar diye...