Yalan

Aldatmak amacıyla ve gerçeklere aykırı olduğu bilinerek söylenen/yazılan söz.

Bütün sözlüklerde yalanın anlamı aşağı yukarı böyle açıklanır. Tümünde iki ortak vurgu ortaya çıkıyor: Biri, aldatmak amacıyla söylenmesi; öbürü, gerçeklere aykırı olması.

Bunlar ortak yanlar olmakla birlikte, yalanları sınıflandırmak da mümkün. Yarı şaka olarak dillendirilen ve, yanlış hatırlamıyorsam, İngilizlere mal edilen bir sınıflandırma hemen akla gelecektir: Buna göre, yalanlar, fütursuzluğuna ya da daha doğrusu ağırlığına göre üçe ayrılır. En hafifine yalan denir, daha ağır olanına kuyruklu yalan, en ağırına ise istatistik…

Bu sınıflandırmayı bir yana bırakıp daha ciddi bir sınıflandırma yapmaya çalışsak bile, bu şakadaki en ağır, en şiddetli yalana yeniden dönmek zorunda kalacağımız birazdan görülecek.

Onu o zaman hatırlatırız diyerek devam edelim.

Devam ederken, “yalan-yanlış” biçiminde ikisinin birlikte kullanılışı çok başvurulan bir alışkanlık olduğu için, yanlış ile yalanın farkına da değinmekte yarar olabilir. Daha köklü bir anlam farkı olmakla birlikte, sözü dağıtmamak kaygısıyla, buradaki amacımız açısından asıl önemli olan farka dikkat çekmekle yetinelim: Yukarıda belirttik, yalan bir kasıtlılığı ima ediyor, bilerek ve aldatma amaçlı bir tutumu ortaya koyuyor; buna karşılık, yanlışın ille de öyle bir amaç taşıdığı söylenemez, herhangi bir kasıt ya da kötü niyet olmadan da yanlış söylenebilir, yazılabilir, yapılabilir.

Bunları yazıyorum da, aslında hepsinin başına bir “genellikle” sözcüğünü eklemekte yarar var. Bunlar genellikle böyledir; ama kimileyin bu sözcüğün kullanımını güçleştirecek sıklıkta ya da benzemezlikte ortaya çıkan istisnalar da olabilir. Kendi yaşantılarımdan bir örnek vermem gerekirse, çok eskiden, beş altı yıl kadar birlikte çalıştığım bir insandan kısaca söz edebilirim.

Okumuş yazmış bir adamdı. Her ikisini de kararınca, hatta kararını düşük düzeylerde tutarak yapmakla birlikte, olağanüstü özellikleri de vardı; örneğin, dört beş yabancı dili rahatça konuşabilirdi. Şimdi hayatta ve aklı yerinde olsaydı, herhalde doksanına yaklaşmış olurdu, onunla şunu konuşmak isterdim doğrusu: Sizce yalan diye bir “şey” var mıdır? Sürekli yalan söylerdi. O kadar ki, en sonunda, bu söylediklerinin hiçbirinin yalan olmadığını düşündüğü kanısına varmıştım. Örnek olsun, benim futbol meraklısı olduğumu bildiği halde, golsüz biten önemli bir maçın ertesi günü işe geldiğinde, odama uğrar, o takımlardan birinin en parlak oyuncusunun, maçın falan dakikasında soldan çalımlarla girip, topu nasıl doksana taktığını ballandıra ballandıra anlatırdı. Yalanları her zaman bu kadar avam olmazdı. Birlikte konuşmacı olarak katıldığımız seminerlerde, bir iki saat içinde hazırlayıp yazdığını bildiğim bildirisini sunduktan sonra soru-yanıt bölümüne geçildiğinde, biçare dinleyicilerin kendisinin konuşma sırasında dile getirdiği çok ilginç, haydi kibarlığı bırakalım, inanılması güç  bir tezin dayanağı  konusunda  yönelttikleri soruya yanıt olarak filanca ülkedeki bilmem ne üniversitesinden profesör fişmekancanın, “An Analysis of …” adlı eserinin 245 ile 278. sayfaları arasında buna değinerek kapsamlı açıklamalar yaptığını söyleyiverirdi. Arka sıralarda oturmuş kendi konuşma sıramın gelmesini bekleyen bendeniz ise kıpkırmızı kesilmiş bir suratla, içimden “ulan hemen sıvış buradan” diye söylenip yerimden kalkarken, çevremdeki dinleyicilerin “Pes birader, derya gibi adam bu” diyerek fısıldaştıklarını işitirdim. Yine de, onu hiçbir zaman kötülükle anmadım; çünkü, bütün bu yalanları kimseyi sömürüp ezmek için söylemezdi, en azından, böyle bir kastı olmazdı. Hatta, çoğu zaman, yanında çalışan insanların türlü çeşitli kaytarmacılıklarını örtbas edip onları kollamak için bu olağandışı yeteneğini kullanır ve çoğu kez de başarılı olurdu.

Keşke yalanlar hep böyle olsa ve bu tür “romanesk” tipler tarafından söylense…

Oysa, hem yalanlar hem söyleyenler açısından bu türün istisnanın da ötesinde bir azınlık oluşturduğunu biliyoruz.

Çok güncel birkaç örnekle devam edelim.

İlki, yukarıda şaka ile karışık bir biçimde sözü edilen en ağır yalanla, istatistikle ilgili. Geçenlerde, devletin resmi istatistik kuruluşu 2015 yılında ülke ekonomisinin ulusal gelirinin artışına ilişkin bir veri yayımladı. Buna göre, 2014’te yüzde 3 olan büyüme, öteki anlatımıyla, ulusal gelirin artış hızı, yüzde 4 olmuş. Demek, bunca güçlükler yaşanırken ve dünya ekonomisinde daralma zorlukları varken, Türkiye ekonomisinde canlanma olmuş.

Olmuş da olmamış işte.

Neyse ki, olmadığını göstermeyi, bu alandaki yalanları açığa çıkarmayı iş edinmiş uzmanlarımız var. Onlardan biri, yoksa birincisi mi demeliydim, Korkut Boratav Hocamız, 4 Nisan günü BirGün gazetesinde yayımlanan yazısında bunun kibar deyişiyle bir abartma ya da şişirme, dobra dobra söylendiğinde, bir yalan olduğunu ortaya koydu. Söz konusu büyüme hızı, iyimser varsayımlarla, yüzde 3.2’nin altında, dosdoğru söylendiğinde, bunun da gerisinde görünüyordu. Başka bir deyişle, kayda değer bir artış gösterdiği yalanı ileri sürülen büyüme hızı, en iyimser olasılıkla aynı düzeyde kalmış, daha gerçekçi tahminlerle de gerilemişti.

İşte size kuyruklu yalandan da daha şiddetli bir yalan olarak istatistik!

Bu arada atlayıp geçemeyeceğimiz bir yalan türü daha var. Buna susarak, üstünü örterek, Ali Rıza Aydın dostumuzun dünkü yazısının başlığıyla, “susku komplosu” ürünü olarak yalan söylemek diyebiliriz. En yaygın olarak başvurulan yalan türlerinden biridir. Yine güncel ve yine soL’dan bir örnek verelim.

Ne yazık, sayıları pek azalmış, hem bilgili hem dürüst akademisyenlerimizden Mustafa Türkeş’in geçen haftaki yazısında, yakın zamanlarda İncirlik üssü ile bağlantılı olarak verilmiş olması muhtemel ödünlerden söz ediliyordu. Her yazısından bir şey öğrendiğim Türkeş, “Biz normal, sıradan, sorumlu bir aydın tavrı ile şu soruyu açıkça sormak istiyoruz. İncirlik üssünde halkın yaşamını doğrudan veya dolaylı olarak risk altına sokabilecek silahlar mevcut mu?” diyerek stratejik nükleer silahlar alanındaki yatırımları ABD tarafından önemsenecek düzeyde olmayan Rusya’nın taktik nükleer silahlar alanındaki atılımlarının ABD silah sanayicileri ile yönetimi tarafından belirgin bir kaygıyla izlendiğini, dolayısıyla İncirlik üssüne ya da başka yerlere bu tür nükleer silahlar yerleştirilmiş olabileceğini gündeme getiriyordu.

Bu ve benzeri sorular, doğal olarak, hiç kale alınmaz ve hep suskunlukla geçiştirilir. Buna yalanın bir türü diyorum demesine de, burada ve benzer örneklerde sorulan somut bir soru olduğuna göre, çok bilinen “Sükut ikrardan gelir.” atasözünü hatırlayarak, yanıtlamak durumunda olanların, sessiz kalarak yalan söylediklerini değil suçlarını/kabahatlerini kabullendiklerini düşünmek de mümkün elbette.

Susarak yalan söylemenin ya da kabullenmenin pek çok örneğini sıralamak kolay da az önce “çok güncel” kaydını koyduğumuz için bu kadarı ile yetinmiş olalım.

Bir de düpedüz yalan var; belki de sıradan yalan demek daha doğru. Sıradan; çünkü, hem söyleyenlerin çaresizlikleri hem söyletenlerin dayatmaları bakımından çok alışılmış durumda. Yine güncel olmak kaydına uyarak beni çok eğlendiren bir örnek vereceğim. Hani Erdoğan’ın son resmi Amerika gezisinde kendisinin rahatsızlandığı için bazı görüşmelere ve/veya küçük toplantılara katılamadığı haberleri çıkmıştı. Son zamanlarda Doğan medyasının artık Çankaya değil Beştepe yahut “külliye” diye andıkları devletin tepe makamıyla arayı düzeltmeye memur ettiği, kendisinin de uzun süredir bu tür bir göreve talip olduğunu açık açık sergilediği isimlerden biri, hem nalına hem mıhına demeyi de bırakıp, kendisine ne deniyorsa onu dillendiren Hakan Çelik adındaki gazeteci, bunu “kesin bir dille” yalanladı: “Sayın Cumhurbaşkanı sapasağlamdı, hiçbir problem yoktu.” Sanki, eski zamanların Akif Beki’si, şimdinin İbrahim Kalın’ı mübarek! Kim ne karışır, ille de devletten maaş almaları mı gerekir, vatandaşların cumhurbaşkanlarını bu kadarcık olsun ve hiçbir karşılık beklemeden koruyup kollamalarında ne kötülük olabilir! Lakin, birkaç gün sonra, aynı tarihlerde oralarda bulunan Hollanda’nın başbakanı bir muhalefet partisi yöneticisinin sorusunu yanıtlarken, “Sayın Erdoğan’la o konuları görüşecektik; ama rahatsızlığı dolayısıyla mümkün olmadı” demesin mi!

Yalanları fark edip bir bir sıralamak zor olmasına zor değil de her zaman eğlendirici olduğu söylenemez. Tam tersine, insanların gözlerinin içine baka baka ya da, fark etmez, başlarını hiç yerden kaldırmadan yalan söyleyenlerin egemenliklerini sürdürdükleri bir toplumsal düzende yaşamaya katlanmak yetmiyormuş gibi bir de bunların çetelesini tutmak, neden söylendiğini ve doğrusunun ne olduğunu ortaya koymak, genellikle, bıktırıcı, hatta zaman zaman azap verici bir iştir. Dolayısıyla, bu işi ısrarla yapmaya devam etmek, akla gelebilecek bütün nedenlerin ötesinde, mücadele öyle gerektirdiği içindir.

Ne yanından bakarsak bakalım, bir yalan dolan düzeninde yaşıyoruz.