Ütopik Yazılar -1

Başlığın hemen yanında sıra belirten bir sayı bulunduğuna göre, aynı başlığı taşıyan yazılar bir süre devam edecek demektir. Ne kadar ve nereye kadar olacağını şimdiden kestiremiyorum. Ama, art arda sıralanmayacağını, örnek olsun, haftaya ikincisinin, ardından üçüncüsünün gelmeyeceğini kesinlikle biliyorum en başta kararlaştırmış durumdayım, demek istiyorum. Dolayısıyla, hem içerik hem sıralama açısından böyle bir kararlılık bulunduğuna göre, her defasında başlıktaki sıra sayısı bir büyüyerek epeyce sürüp gidecek olsa bile, bir pehlivan tefrikasına dönüşme tehlikesinin daha baştan önüne geçildiği söylenebilir. Sadece, zaman zaman, bir ihtiyaç ortaya çıktığında, daha doğrusu yazarı ihtiyaç doğduğunu sandığında, kimileyin de güncel başlıklar iyiden iyiye bıktırdığında yazılacak. Evdeki hesap bu, çarşıyı sonra göreceğiz.

Aslında, buradaki eski yazılarımızda, yer yer yukarıdaki başlığa uygun düşecek konulara ve az çok uygun düşecek biçemde girdiğimiz de oluyordu. Demek, “ütopik yazılar” bugünün işi değildir bugünün işi olan, adını koymaktan, bir de sıra sayısı eklemekten ibarettir.

Buraya kadarı, işin biçimle ve ayrıntıyla ilgili olan yanı. Asıl konuya, böyle bir genel başlık nereden çıktı ya da neden çıktı sorusuna gelince, biraz daha uzun yazmak ve belki de birinci yazının tümünü buna ayırmak gerekiyor.

Önce, “ütopik” ne demek? Hayalci mi? Biraz öyle denebilir. Hayal kurmadan hiçbir iş, hiçbir kurma, inşa etme, yaratma işi yapılamayacağını biliyoruz. Ama, asıl, hayalcilikle değil, “ütopya” ile ilgili bir anlam yüklü bu söyleyeceklerimizde.

Öyleyse, “ütopya” sözcüğünden başlamalı. Yeni Latince’de olmayan toprak ya da ülke anlamına geliyor. Eski Yunanca’da ise ülke, toprak, yer anlamını taşıyan “topos” sözcüğü “ou” olumsuzluk eki ile birlikte kullanıldığında ortaya çıkan sözcük, “olmayan ülke -ya da- yer” anlamını taşıyor. Bugüne kadar kullanılır oluşunu, bir ara başdanışmanlığını yaptığı Kral VIII. Henry tarafından boynu vurularak öldürtülen Sir Thomas More’un, 1516 yılının sonunda yayımlanmış Utopia adlı eserine bağlamakta bir sakınca olmasa gerektir.

Ama, elbette o kadar değil. Tümüyle aklın yol göstericiliğinde yönetilen ve ortak mülkiyete dayalı bir toplumsal-siyasal düzenin betimlendiği Utopia, daha sonra, bir sosyalizm akımının ortak adını oluşturuyor. Friedrich Engels, geniş yığınların rahatça okuyup anlayabilmeleri için Anti-Dühring adlı kitabının üç bölümünü ayrı bir metin haline getiriyor. Bu kitapçık, Sosyalizm: Ütopyacı ve Bilimsel başlığı ile ilk kez 1892’de Karl Marx’ın damadı Dr. Edward Aveling tarafından İngilizce’ye çevrildikten sonra pek çok dilde defalarca basılıyor ve sosyalizm konusundaki dünyada en çok okunmuş eserlerden biri oluyor.

Engels, o kitapçıkta, ütopyacı sosyalizmi eleştirip onun karşısına “bilimsel sosyalizm”i çıkarırken, ütopyacı sosyalistleri ve özellikle onlar arasında saydığı Fransız Saint-Simon ve Fourier ile İngiliz Robert Owen’ı, deyiş uygunsa, göklere çıkarıyor.

Daha sonra, Engels’in “bilimsel sosyalizm” olarak öncekinden ayırt ettiği akımın yirminci yüzyıldaki sürdürücüsü ve gerçekleştiricisi Lenin, 1913 yılının Mart ayında Marx’ın ölümünün otuzuncu yıldönümü anısına bir makale yazıyor. “Marksizm’in Üç Kaynağı ve Üç Bileşen Bölümü” başlığını taşıyan makale, 1911 sonlarında St Petersburg’ta yayımlanmaya başlayıp Dünya Savaşı öncesinde Çarlık rejimi tarafından yasaklanmış, “Prosveşçeniye” (Aydınlanma) adlı yasal Bolşevik dergisinde yayımlanıyor.

Lenin’in Marksizm’in üç kaynağı ve üç bileşen bölümünün üçüncüsü için söylediklerinin en başında şunlar var:

“Feodalizm yıkıldığında ve yeryüzünde ‘özgür’ kapitalist toplum ortaya çıktığında, hemen görüldü ki, bu özgürlük yeni bir baskı ve çalışanların sömürülmesi sistemi anlamına geliyordu. Hemen bu baskının bir yansıması ve bir protesto olarak çeşitli sosyalist öğretiler ortaya çıkmaya başladı. Ama ilk sosyalizm ütopyacı sosyalizmdi. Kapitalist toplumu eleştirdi, kınadı ve lânetledi, onun yıkılış düşlerini kurdu, daha iyi bir düzene ilişkin görüşler geliştirdi ve zenginleri sömürünün ahlâk dışı olduğuna inandırmaya çalıştı.

“Ama ütopyacı sosyalizm gerçek çıkış yolunu gösteremedi. Kapitalizmdeki ücretli köleliğin özünü açıklayamadı gelişmesinin yasalarını bulamadığı gibi, yeni bir toplumun yaratıcısı olma yeteneğindeki toplumsal gücü de belirtemedi.”

Demek, Marx ile Engels’in bir yandan kuramsal temellerini geliştirmeye çalışırken bir yandan da siyasal olarak güçlendirmeye çalıştıkları akımın karşısında bulunan ütopyacı sosyalizm, aynı zamanda, onun kaynakları arasında sayılıyor bütünleyici parçalarından biri olarak kabul ediliyor. Ütopyacı sosyalistler ise insanlığın kurtuluşu olarak gördükleri yeni düzenin birçok ayrıntısı üzerinde durmaktan, onlara ilişkin betimlemelere girişmekten çekinmiyorlar.

Buna karşılık, özellikle Marx’ın geleceğin toplumuna ilişkin açıklamalardan uzak durduğunu, o tür konulara hem pek seyrek girdiğini hem de, bir nedenle girmek zorunda kaldığında, pek de kapsamlı ve derinliğine çözümlemeler yapmadığını biliyoruz.

Bu durumu, Marx’ın Ocak 1859 tarihli ünlü Katkı önsözündeki şu satırlarına bağlayanlar olmuştur:

“(…) insanlık, kendi önüne ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar çünkü, yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların var olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.”

Bu bağlantıyı tümüyle yanlış saymak doğru olmasa bile, Marx’ın gelecekle, geleceğin toplumu ile ilgili çok söz söylemeyişi üzerinde kısaca durmakta yarar olabilir. Sadece iki nokta üzerinde: Birincisi, onlar, kapitalist toplumsal-iktisadi formasyonun esaslı bir çözümlemesini yapmaya ve bütünsel bir kuram oluşturmaya çalışıyorlardı. İkincisi, kapitalizmden sonraki toplumsal-iktisadi formasyon herhangi bir biçimde filizlenmeye başlamış değildi örneğin, Marx’ın da hakkında değerlendirmeler yaptığı Paris Komünü, olsa olsa, bir proletarya iktidarının ilk örneğiydi, yeni bir toplum düzenini ise niyet düzeyinde bile gündeme getiriyor değildi.

Oysa, bizler ve bizim çağdaşlarımız için, her iki açıdan da durum farklıdır.

Birincisi, yaşadığı bütün ölümcül sarsıntılara rağmen yaşamaya ve düşmanlarını bir biçimde alt etmeye devam ettiği için kapitalizmin çözümlenmesine ilişkin hâlâ yapılması gerekenler bulunsa ve bunlar önemli olsa bile, onun anlaşılmasına yönelik yepyeni bir kuram geliştirmek gerekmiyor.

İkincisi, yok o sosyalizm değildi, yok sosyalizmin karikatürüydü, hatta daha da kötüydü falan diyenlere ne kadar çok rastlanırsa rastlansın, “bir çeşit sosyalizm” olmuştur, en azından, bizim gibi dünyadaki milyarlarca insan da onu sosyalizm sanmıştır, dolayısıyla oradan ortaya çıkmış muazzam bir birikim vardır ve onun çöpe atılmasını önermek, yanlışlığı bir yana, hiçbir biçimde altından kalkılması mümkün olmayan bir yenilgiyi kabullenmek demektir. İnsanların karşısına aynı sözcük ya da kavram tekrarlanarak çıkıldığında, ona ilişkin bir hayal/proje/ tasarım/vaatler toplamı, her neyse, sunmak gerekmektedir. Yoksa, kimse kulak vermeyecektir. Neden versin? Durmadan çökmüş, ölmüş, bitmiş, mahvolmuş denen kapitalizmde yaşamaktadır o insanlar orada var olmaktadırlar. Varoluşlarından memnuniyetsizlikleri, bıkkınlıkları, hoşnutsuzlukları, nefretleri ne olursa olsun, hayat orada akıp gitmektedir, yaşama şansını kapitalizmde bulabilmektedirler. Kavgayı da teslimiyeti de bu ikisinin arasındaki seçenekleri de orada var etmektedirler. Oranın dışında bir var oluşu dile getirirken, sadece bu ikincisine geçişin değil, onu kurmanın da yol ve yöntemlerini olabilen açıklıkta ve/veya somutlukta göstermek gerekir çünkü, geçilecek, adım atılacak olan hazır durumda değildir, tam tersine, geçilirken ya da geçilir geçilmez kurulmaya başlanacak bir yapıdır. Üstelik, son yüzyılın deneyimleri göstermiştir ki, sanılanların hiç değilse bir bölümüne aykırı biçimde, eski yapıdan alınıp kullanılabilecek malzeme, bol ve hazır bulunmak ne söz, pek sınırlı miktarda olmanın yanı sıra yeni kuruluş sürecini ve murat edilen yapıyı daha baştan bozucu özellikler taşımaktadır. Öyleyse, geleceğin toplumu konusunda konuşmamanın haklı gerekçeleri iyice azalmakla birlikte, bunu yapmadan insanlara umut ve güven vermenin imkânı da kalmamıştır.

İşte bütün bu nedenlerle, ütopik düşüncelere dalmaktan ne kadar çekinilmez ve bunun sonunda ne kadar ürün ortaya konulabilir ise o kadar iyi olacaktır.

“Ütopya”nın karşılığı olarak, en güzel, “yokülke” diyebileceğimizi çok önce de birkaç kez yazmıştım. Ne kadar yayıldığını bilmem, hemen hemen hiçbir yaygınlık göstermediği ileri sürülebilir ama ben hâlâ öyle diyorum.

Bizim yokülkemiz var, henüz var olmayan ülkemiz. Hep söyleyegeldiğimize uygun olarak başlayalım, Türküyle, Kürdüyle, Çerkeziyle, sonra da devam edelim, Arabıyla, Acemiyle, Rusuyla, Hintlisiyle, Çinlisiyle, Afrikalısıyla, Avrupalısıyla, Amerikalısıyla, yine devam edip bitirelim, beyazıyla, sarısıyla, siyahıyla, hepimizin bir yokülkemiz var olmalıdır. Onca insan, yokülkemizi düşünüp tasarlamaya, yazıp çizmeye ve söylemeye çekinmek değil, hız vermek durumundayız. Bunun için elbette kolektiflerin, özellikle onların örgüte, hele siyasal partiye dönüşmüş olanlarının ısrarlı ve üretken çabaları son derece önemlidir. Ama hiçbir tekil çabanın da ne büsbütün önemsiz ne de değersiz olduğu söylenebilir.