Usanç

Şu günlerde usanç veren ne olabilir? Herhalde artık “dünyaca ünlü” diyebileceğimiz bir YSK, onun verdiği, vermediği kararlar, yazmadığı ve yazamadığı, yazıp da gün yüzüne çıkaramadığı gerekçeler…

Usanç verdiği halde, tam da bu birkaç günde, başka her konu güncellikten uzaklaşmanın bu kadarı da fazla, dedirtebilir. Onu dedirtmeyelim ama, hiç değilse, biraz kahve muhabbeti, biraz laf lafı açar tadında yazalım ki, usanç verenlere katkımız olmasın. Yine de tadında değil, tatsızlığında bir yazı çıkarsa, en baştan özür dilemeyi de unutmayalım.

Öyle bir biçem tutturmak bakımından ülkemizdeki güncel siyaset sahnesinin en verimli kişilerinden biriyle başlanabilir. Üstün başarıyla yerine getirilmiş pek çok görevin ardından, en son, şair Nedim’in tek bir taşına bütün bir Acem mülkünü feda ettiği şehri İstanbul’un belediye başkanlığına aday gösterilmiş; önce pek gönüllü görünmemiş, sonradan dişiyle tırnağıyla asılmaya başlamış Binali Bey’den söz ettiğimiz hemen anlaşılmış olmalıdır.

İşte o Binali Bey, hemen hatırlanacaktır, İstanbul seçiminin ne kadar haklı olarak iptal edildiğini anlatırken, geçenlerde, yüzüne bakıp bizim seçmenimiz olduğunu tahmin ettikleri insanlara dört yerine üç pusula verdiler, demişti. Böylece, seçmenlerini ahmak ve korkak, sandık kurulu üyesi ve gözlemcisi olarak sandık başlarında bulunan kendi partisinin görevlilerini de hem ahmak ve korkak hem de dalgacı saydığının farkında mıydı acaba? Kendisinin mutedil kişiliğiyle ilgili olarak söylenenlere kulak verilirse, herhalde farkında değildi. Zaten, bütün politik kariyerine bakıldığında, çok şeyin pek farkında olmadığını düşünmek yanlış görünmüyor.

Öte yandan, farkında olmayan Binali Bey’in Türkiye Cumhuriyeti’nin en son başbakanı unvanını taşıdığı hatırlanırsa, şu cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adını verdikleri şeyin gerçekleştirdiği bu son verme işleminin basbayağı yerinde olduğu ileri sürülebilir. Öyle ya, başbakanlık için buluna buluna her şeyin böylesine farkında bir saygıdeğer siyasetçi bulunabiliyorsa, hem artık bir başbakana ihtiyaç kalmamış hem de başbakan olmaya uygun bir yurttaş kalmamış demektir.

Az önce değindiğimiz ve son başbakanımızın ne kadar iyi niyetli bir kişi olduğunu söyleyenlere inanarak seçmenlerine o suçlamayı farkında olmadan yönelttiğini kabul ettiğimiz hususa geri dönmekte yarar var.

Seyretmiş olanlar hatırlayacaklardır, epey eskiden üç kadının katıldığı bir söyleşi programı vardı televizyon kanallarının birinde. Biri tanınmış bir romancı, ikincisi belki ondan daha çok tanınmış ve bir sosyal demokrat siyasetçi ile evli bir sinema oyuncusu, üçüncüsü de, ötekiler kusura bakmasınlar, ikisinden de daha genç ve güzel bir kadındı. Kadındı diyorum; çünkü, şu anda mesleğini hatırlayamadım, mankendi galiba. Ancak, bir özelliğini kesinlikle hatırlıyorum: Galatasaray’da oynamış, yoksa Beşiktaş ve Fener de var mıydı oynadığı takımlar arasında, bir savunma oyuncusunun, adını da hatırlıyorum elbette, Emre Aşık’ın, eskiden magazin basınında sıkça kullanılan bir terimle, “uzatmalı sevgilisi” idi. İşte o hanımefendi, uzun sürmüş programların birinde, “dağdaki çobanın oyuyla benim oyum bir mi” demişti de, günlerce eleştiri yağmuruna tutulmuştu. O program dizisi öyleydi, hafif konular değil, ya da o tür konuların yanı sıra, ciddi konular ve memleket meseleleri de konuşulurdu.

Laf lafı, laf kapıyı açarken o kadar eskiye gitmemin nedeni şu: Aslında demokrasi konusundaki ciddi tartışmalar arasında o genç hanımın öyle bodoslama girdiği başlık da vardır. Verdikleri oyların değer ve geçerlilik açısından bütün yurttaşlar için eşit olması, “genel oy hakkı” diye bildiğimiz tarihsel ilerlemenin kesin bir ilkesidir; ama bunun yanı sıra, gelişkin bir demokrasi açısından o hakka sahip her yurttaşın oy vereceği konu ve kişiler hakkında eksiksiz ve doğru bilgiye sahip olması da ilkinden daha az önemli sayılamayacak bir ilkesel zorunluluktur. Oysa, en “gelişmiş” burjuva demokrasilerinde bile bu ilkenin gereğinin yerine getirildiği söylenemez. Nerede kaldı ki, bizim demokrasimizde gerçekleştirilmiş olsun! Binali Bey’in, kendi seçmenlerine ve partililerine yönelik o ağır eleştiriyi istemeden ve farkında olmadan yaptığında ısrar ediyorum. Ağırlığının farkında olunmadan yapılmış o eleştirisinin temelinde, seçmenlerinin pek çoğundaki ülkede neler olup bittiğinin farkında olmama, oy kullanırken bilinmesi gereken hak ve yükümlülüklerden habersiz olma türünden özelliklerin bulunduğu da belirtilmelidir.

Yazının hemen başında değindiğimiz kaygıyı unutmamak, dolayısıyla çok da uzatmamak gerekiyor.

Sona doğru gelirken, bizim arkadaşlardan birinin, belleğimde yanlış kalmadıysa Kemal Okuyan’ın , 6 Mayıs tarihli YSK kararını izleyen saatlerde paylaştığı bir sosyal medya iletisini hatırlatacağım. Bizim onyıllardır anlatmaya çalışıp durduğumuz “bu düzende demokrasinin bir aldatmaca olduğu” tezinin kısacık bir kararla kavratıldığı belirtiliyordu orada.

Doğrudur, deyip buradan biraz daha devam edebiliriz.

YSK bizim ülkemizdeki demokrasinin, nasıl demeli, alem ve alamet bir kurumu durumuna gelmiştir artık. Bu kurum, bağımsız ve tarafsız olduğu iddia edilmekle birlikte, bunun bir varsayım düzeyinde bile geçerliliğinin tartışıldığı yargı organlarının en yüksekleri tarafından, önceden belirlenmiş kurallara göre seçiliyor. Yine önceden belirlenmiş kurallara göre başkanını, vekilini ve yedek üyelerini kendisi seçerek işine başlıyor. Ama, neredeyse hiçbir benzer ya da benzemez kurul çalışmasında görülmemiş biçimde, o yedekler de yedek değil asıl üye kabul ediliyor ve karar alınırken asıl üyelerle birlikte oy kullanıyorlar. Sonuç olarak, kuruluş kurallarında 7 kişiden oluşması gereken bu tanrısal güce sahip kurul, gerçekte, 11 kişilik bir organ olarak çalışıyor. Neden kurul için bu tuhaf nitelemeye başvurduğumuz açıktır. Kararlarının itiraz edilerek düzeltilebileceği herhangi bir organ bulunmayan bir kurulun gücü için “tanrısal” sıfatı abartılı olmasa gerek.

Üstelik, adı geçen kurul, kendi içtihatlarına uymuyor; eski ve çok yeni kararlarına aldırış etmiyor; dahası hukuk uygulaması alışkanlıklarına, ilgili yasalara ve anayasaya da uymayabiliyor. Üstelik, İstanbul örneğinde, aynı kurulun oy kullanmaması gereken yedek üyelerinin oylarının da eklenmesiyle, “kutsal sandık” tarafından yapılmış seçim, başka bir anlatımla, yine aynı derecede kutsal olduğu ileri sürülen yüceler yücesi “milli irade”nin kararı iptal ediliyor. Üstelik, aynı yedek üyelerin yazdıkları gerekçede ne hukuk ne mantık açısından bir tutarlılık var.

Halkın iktidarı ya da yönetimi olduğu biçimindeki büyük yalan hâlâ yinelenip duran demokrasinin ulaştığı en yüksek aşama işte budur.

Yoksa, acele mi ediyoruz böyle demekle, daha ne yüksek aşamalar mı göreceğiz?