Ülküsünden utananlar

Olabilir mi böyle bir durum? Bir insan, üstelik, tek bir insandan geçtim, bir yığın denebilecek kadar çok sayıda insan kendi ülküsünden utanır mı?

İlk bakışta, basbayağı saçmalık izlenimi yaratıyor. Kuşkuya düşmek olur, kapıldığı kuşkudan hiç kurtulamayıp büsbütün vazgeçmek olur; olabilir, mümkündür, akla yakın sayılır, açıklanabilir, anlaşılabilir görünüyor. Ama utanmak nasıl olur? Madem utanıyorsun, bırak kardeşim, vazgeç, terk et. Öyle ya, kimse senin ikide bir, pek o kadar sık olmasa da, hemen her uygun bulduğunda yinelediğin, üstelik imanla yineler göründüğün o ülkünün ardından koşman, ne ardından koşması, şöyle yarım ağız olsun adını anman için alnına silah dayamıyor ki?

Terk et, değil mi? Bizdeki faşistlerin sloganlaştırmalarına benzetilme tehlikesine aldırmadan, ama ülke yerine ülküyü koyarak ve dostça bir öğüt olarak söyleyebiliriz: Madem utanıyorsun, terk et kardeşim, sana da yazık bize de, ne diye bütün ömrünü ya da onun büyük bir bölümünü utandığın, ama utandığını kendine bile açık edemediğin için gizlemeye çabaladığın bir ülküye bağlılığını dillendirerek geçiresin ve biz de sana laf yetiştirelim diye bunca vakit harcayalım! Nefret ettiğin faşist bile pek insanlık dışı bir biçim ve biçemde de olsa söylemek saldırganlığını gösteriyor işte: “Ya sev, ya terk et!” Onun saldırganlığını sen efendice bir cesarete dönüştür ve açıkça itiraf et: “Artık utandığım için ülkümü terk ediyorum!”

Sözü faşistlere getirmemde bir zorlama, bir kasıt var elbette. Konuyu biraz dağıtmayı göze alarak bir ayraç açacağım.

Nedense bu güzelim “ülkü” sözcüğünü faşistlerin tekeline bırakmışızdır. Bunu hiç anlayamıyorum ve kabullenemiyorum. Kişi adı olarak çok kullanabilirdik örneğin. Aslında hiç yok değil, ama çok az. Kendimden örnek vermeye kalksam, yakın akrabam olan bir çocuğu hatırlayabiliyorum ne kadar uğraşsam, şimdi koca adam olmuştur, babasının faşistlikle falan bir ilgisi yoktu, araya araya üçüncüde bulduğu oğlunun adını Ülkü koymuştu. Bir de, çok eskilerden bir kadın arkadaşımız vardı, aramızdan göçeli yedi sekiz yıl olmuştur. Yine bir iki kadın arkadaşımızı daha hatırlıyorum bu güzel adı taşıyan. Hepsi o kadar.

Kendi payıma, şimdiki aklım olsaydı, oğlumunki dünyaya gelişinden çok önce belli olduğuna göre kızımın adını Ülkü koyardım. Dilimizde çok fazla olan “biseksüel” isimlerden biridir ve, bizim Yalçın Hoca’nın kulakları çınlasın, Türkçede biseksüel isimlerin sayısı ya da sıklığı genellikle sanıldığından çok daha fazladır.

Yine Ahmet Mithat Efendi damarımız tuttuğu için açıklamadan geçemiyoruz: “Biseksüel” derken anlatılmak istenen, hem erkeklere hem kadınlara verilen isimlerdir. Muzaffer, Suat, Nurhan, Nurdan, Ayhan, Muhterem, Nedret, Nüzhet biraz eskilerden; Işıl, Işık, Işın, Deniz, Yaşar, Sönmez, Olcay, Umut, Uğur, Ulaş daha yenilerden verilebilecek örnekler. Bir de Kamil/Kamile, Mesut/Mesude, Nahit/Nahide, Fahri/Fahriye, Ulvi/Ulviye, Necmi/Necmiye gibi aynı kurala bağlı olduğunu sandığım biçimde çift cinsiyetli hale getirilmiş olanlar var. Bu sonunculara da “biseksüel isim” denilebilir mi? Bunu bizim Hoca’ya sormak gerekir. Nasıl olsa, yıllardır, çok değerli zamanını bunlara kafa yorarak kullanıp duruyor; ya bu sorunun zaten bir yanıtı vardır ya da yanıt bulmak için biraz daha zaman harcamış olur, ne beis! Bu eleştiriyi mi demeli dokundurmayı mı yoksa,“gönüllü sürgün”ünü bitirip yurda döndüğünde başlatılmış kim bilir kaçıncı mahpusluk dönemi halk arasında “Rahşan affı” olarak anılmış “erteleme yasası” ile sona erdiği sıralardaki hoş bir sohbetimizde, demek on beş on altı yıl kadar önce, çok daha hiddetli biçimde ve yüzüne karşı dillendirmiş olduğum için burada yazıyla tekrarlamakta sakınca görmedim.

Konuyu daha fazla dağıtmadan, tadında bırakalım. Eğer şimdiden tadını kaçırmadıysak elbette…

Ülküsünden utanmak dediğim, bir insanın başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir. İnsanın birden çok ülküsü olabilir. Bunların bazılarını git gide anlamsız, ardından koşulmaya değmez bulması şaşırtıcı bir durum değildir; hatta, kişiliğin gelişmesiyle birlikte olağandır, diyebiliriz. Ama onlardan utanır olmak, çok daha farklı, katlanılması kolay olmayan bir durum. Hele hele, burada sözcüğü tekil olarak kullanışımızdan da anlaşılmış olmalı, insanın ömrünün büyükçe bir bölümünü belirlemiş, hadi o kadar olmasın, biçimlendirip yönlendirmiş bir “büyük ülkü”den söz ediyorsak, o zaman iş büsbütün güçleşiyor. Bu utanca dayanmak, diyorum, olağanüstü sıkıntılı bir duruma, sıkıntı sözcüğü çok hafif kalıyor burada, en ağır işkencelere benzetilebilecek bir eziyete dönüşür herhalde.

Böyle bir eziyetten kurtulmanın yolu, başta da belirttik, durumu açık açık kabullenip ilan etmekten geçiyor. İlan etmek dediysek, şu ya da bu biçimde ve az çok yeterli bir yaygınlıkta duyurmaktan söz ediyoruz sadece. Ama bunun da en az iki önkoşulu var. Ayrı paragraflar biçiminde yazalım ki, daha belirgin olsun.

Birincisi, böyle bir kabulü ve onun sonucu olan duyuruyu yapabilmek için, bir adım sonrasına da hazır olmak gerekir. O bir adım sonrası, ömrünün önemli bir bölümünü kaplamış olan ülkü uğrunda yaşanmış zamanın ve buna yol açmış olan ülkünün kendisinin kötülenmesine, hatta yerin dibine batırılmasına katılmak, katkıda bulunmaktır. Başka bir anlatımla, öyle efendice bir kenara çekilip sessizliğe gömülmeye izin verildiği pek az görülmüştür. İzin vermeyenler ise hem insanın yeni kişiliği hem de katılacağı yeni toplumsallıktır; daha siyasal bir kavramlaştırma kullanılırsa, iltihak edeceği yeni çevre ya da cephedir. “Ee, zaten utanılmıyor muydu, ne güçlük var bu durumda?” sorusu akla gelebilir. Gelebilir de, biraz abartılarak söylenirse, bu “geçmişine küfretme” işinin insanın yaşamını sürdürmesine izin vermeyecek boyutlara ulaşmadan yapılabilmesi, ikinci önkoşulla bağlantılıdır.

İşte, ikinci olarak, ülküsünü terk edecek insanın katılacağı yeni bir toplumsallığın bulunması ve orada ömrünü sürdürebileceği ölçüde bir iyi kabul görmesi gerekir. Bir tür kurtarıcı olarak ileri sürdük ama, bu ikinci önkoşulun alabildiğine riskli olduğunu da hemen eklemeliyiz. Risk dediğimiz, büsbütün es geçilmesi mümkün olmayan bu geçmişini kötüleme işini kararında bırakamamanın, pek de seyrek rastlanan bir durum olmayışıdır. Böyle bir riskin ortaya çıkışı ya da o ortaya çıkışın sıklığı, sığınılan yeni toplumsallığın öne çıkardığı ülküler ya da değerler ile terk edilen ülkü arasındaki benzemezliğin derecesi ile bağlantılıdır. Eğer bu benzemezlik karşıtlık düzeyinde ise, sözünü ettiğimiz risk, kişinin hem kendi iç çatışmalarını hem de yeni çevresinden gelen baskıları dayanılmaz boyutlara ulaştırır. Bunun en yüksek olasılıkla beklenebilecek sonucu, düpedüz yaşamayı sürdürmekten vazgeçmek ile geçmişine sövgüde sınır tanımamak arasında tercih yapmaya sürüklenmektir.

Ülküsünü terk eden açısından şimdiye kadar arada bir değinip geçtiğimiz bir seçenek daha var kuşkusuz. O da elini ayağını çekmektir, inzivaya çekilmektir, ıssız adaya gitmektir. Bunun her bakımdan en insancıl seçenek olduğunu düşünebiliriz. Böylece, hem öznemizin kendisi hem de eski yol arkadaşları, olabilecek en az zararla kurtulabilirler.

Ancak, son birkaç satırdan bu yana, ülküsünü terk eden diyerek yazının başlığından uzaklaşmış olduğumu fark ettim şimdi. Oysa, ikisi arasında küçümsenemeyecek bir fark var. Terk etmek başka, utanmak başka. İlle de utanarak terk etmesi gerekmez insanın ülküsünü. Yorgunluk da bir gerekçe olabilir, sözgelimi. Ayrıca, daha çok hayal kırıklıklarına, kimileyin de nesnel gerçekliğin algılanmasındaki bakış ya da değerlendirme farklılaşmasına bağlı olarak ortaya çıkan umutsuzluk da gerekçe olabilir.

Yorgunluk ve umutsuzluk: Her ikisi de akla yakın gerekçelerdir; sadece akla yakın değil, gerçek hayatta en çok karşılaşılan iki gerekçedir, denebilir. Her ikisinin de, aynı sonuca götürse bile, utanarak ülküsünü terk etmek kadar kötü olmadığını ileri sürmek mümkündür. Utanarak terk etmekse, hani, “evlerden ırak” der halkımız, işte öyledir.

Bu yazıda ne çok kulaklarını çınlattık, bir zamanlar yine Yalçın Hoca’dan işite işite ağzımın alıştığı deyişle, “inanmadığım Tanrım” kimseyi ülküsünden utandırmasın!