Tüy dikmek

Sözlüklere bakarsanız, bunun anlamı, zaten pek iyi olmayan bir durumu daha da kötüleştirmektir. Öyledir de, şairler sözcüklere ve deyimlere kimileyin oldukça farklı anlamlar katarlar, hatta kimileyin de onları yaygın olarak bilinen anlamlarından çok uzaklara taşırlar. Dilin gelişip zenginleşmesinin birkaç ana damarından birinin bu olduğunu söyleyebiliriz. Şair olmayan yazarlar için de geçerlidir bu dediğimiz, ama şairler için çok daha fazla geçerlidir.

Olumsuz bir anlam yüklü olduğu besbelli bu deyimin, o anlamının ötesinde bir kullanımına, büyük şairimiz Can Yücel’in çok bilindiğini sandığım bir şiirinde rastlarız; yeterince ustalaştığında, ama ölüp giderek herhangi bir ustalık gösteremez oluşuna epey vakit varken:

Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra,
Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,
Başımızda perensip sahibi bir başçavuş,
Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz…

Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!

Dedim ya, çok bilinen bir şiirdir; bana sorarsanız, kolay kolay da unutulmaz bir şiirdir. Pek çok insan gibi ben de kim bilir kaç kez mırıldanarak, yüksek sesle ya da fısıltıyla tekrarlamışımdır; özellikle de son iki dizeyi. Kaç kez olduğunu hatırlamıyorum da, hemen hemen ilk kez nerede ve ne zaman tekrarladığımı hatırlıyorum.

12 Mart döneminde, şairin Adana Cezaevinde bulunduğu bir zamandaydı ve biz, biz dediğim, onun ikizi olan hanımefendinin eşi ve benim de o sıralarda yöneticim olan büyüğüm ile ben, ikimiz, Çalışma Bakanlığı’nın bütçesini hazırlıyorduk. Hem üstüne aldığı işi bitirmekte çok titiz hem de sayılarla başı hiç hoş olmayan bir adam, iş uzadıkça uzuyor, “çalışma saatleri” diye bir kavram kalmamış, bir gece iyice bunaldığımız bir sırada, bu şiirin son iki dizesini mırıldanmıştım. Şu anda itiraf etmeye hazırım, pencereden dışarı bakıp pırıl pırıl ayışığını gördüm de ondan mı, pek iyi niyetli ve pek içtenlikli olarak mı, demek istiyorum, yoksa ardından bir soluk alırız belki diye biraz oportünistçe bir edayla mı, açık seçik hatırlayamıyorum. Yalnız, şunu unutmam mümkün değil: “Demek, biliyorsun!” demişti ve uzunca bir mola almıştık. O molada neler konuştuğumuzu anlatmaya kalksam, lafın sonunu getiremem.

Ne güzel insanlar yaşadı bu ülkede…

Onların kuşkusuz pek azını tanıyabildim ve tanıyabildiklerimin her türlü umutsuzluğu parçalamakta, bulundukları yerden, ta oralardan, ne kadar yardımcı olduklarının farkındayım.

Bununla birlikte, hemen, hiç gecikmeden, yazının gidişini değiştirmek zorundayım. Değiştirirken de, çok fazla muhatap olduğumu tahmin ettiğim indirgemecilik suçlamasına kulak asmadan, yalınlaştırarak söylemekte yarar var: Sözü getireceğim yer, demokrasiye tüy dikilen, daha da dikilecek zamanlarda olduğumuzdur.  Üstelik, bu yerde,  hiçbir şairin deyimin anlamını genişletip zenginleştirici ustalığından iz yoktur; düpedüz, durum kötüdür ve tüy dikmek, daha da kötü olması anlamına gelmektedir.

Demokrasinin ya da, daha doğrusu, temsili demokrasinin dokunulmazları arasında kabul edilen seçimin, bu dokunulmazlığı sağladığı varsayılan serbestliği, fütursuz saldırılar altındadır. Seçmen kütüklerinin, daha doğrudan anlatımıyla, zaten tartışmalı olan yasalardaki seçme yeterliliğine sahip yurttaşların sayım ve dökümünün üzerindeki kuşkular, git gide artmaktadır. Daha açık söylendiğinde, kutsal “milli irade”nin, herkesin kaderini belirleyeceği hükme ve rızaya bağlanmış milli iradenin, nasıl olursa “milli” olacağı tek bir kişinin tanımlamasıyla belirlenmektedir; ayrıca, onun açığa çıkmasını sağlamak üzere eşit ve tek bir oy kullanacakların kimler olacağına, her günkü anlatımıyla, “seçmen listeleri”ne ilişkin de çok uzun zamandır herhangi bir açıklık kazandırılmamış ciddi soru işaretleri vardır. Bunlara, belli yerlerde güvenlik gerekçeleriyle oy kullandırılmaması, oralardaki seçmenlerin ya da, aynı anlama gelmek üzere, sandıkların taşınması türünden akıllara ziyan uygulama öneri ve hazırlıklarını da eklemek gerekir.

Kısacası, temsili demokrasinin birincil dayanağı olan serbest seçimlerin güvencesi olarak söylenegelen “gizli oy, açık sayım” ilkesinin, çok uzun yıllardır halk arasında yarı şaka yarı ciddi bir eleştiri yahut kafa bularak alaya alma biçiminde dillendirilmiş “açık oy, gizli sayım” ilkesi ile yer değiştirmesi söz konusudur. Böylece, Türkiye, zaten hiç geri kalmadığı demokrasinin büsbütün karikatürleştirilerek iflası yarışında en önde olmayı güvence altına alacaktır.

Tamam da, “başka bir âlem isteyenler” bunları neden dert edinsinler? O âlemin adı  mıdır demokrasi?

Değilse,  demokrasiyi geliştirmekten, daha ileri düzeylere ulaştırmaktan da daha gerilere gidilerek demokrasiye yönelik bozma ve yozlaştırma girişimlerine göğüs germeyi hedef almak, bunun için uğraşmayı yüceltmek, başka âlem isteyenlerin işi olmamak gerekir. Önüne  açıklayıcı, kötüsünden ya da sahtesinden ayırt etmeye yarayıcı bir sıfat eklenmeden anlaşılamaz olmuş kavramların içi boşalmış demektir. Liberali, sosyali, Hıristiyan olanı vardı bu demokrasinin; 12 Eylül generallerinin himmetiyle milliyetçisi, en sonunda da İslami olanı çıktı. Bunların her birinin ötekinden bazı farkları olduğu gibi pek çok benzerlikleri de vardır;  hepsinin en belirgin ortak yanı ise eşitlikle ve özgürlükle, bizim murat ettiklerimizle bir ilgilerinin bulunmayışıdır.

Öyleyse, bu söze bu kadar takmak niye, sorusu akla gelebilir belki. Gelir mi, emin değilim; ama madem gelebileceğine ihtimal veriyorum, o halde  neden sorusuyla ilgili birkaç yanıta değinmeden olmaz.

Birincisi şu: Ne anlattığı artık büsbütün belirsizleşmiş bu söz, toplumsal mücadelede o kadar uzun süreler boyunca baş tacı edilmiş ve ne hikmetse bir türlü ulaşılamayan ya da eksiksiz biçimde gerçekleştirilemeyen bir tür büyülü hedef durumuna getirilmiştir ki, başka bütün hedefleri, özlemleri, beklentileri unutturan, görünmez kılan lanetli bir örtüye dönüşmüştür. Bu örtüyü yırtıp atmadan, sosyalizmi amaçlayan mücadeleyi güçlendirmek hemen hemen imkânsızlaşmıştır.

İkincisi, bu örtüyü allayıp pullayanların ikiyüzlülüklerini, söyledikleri ile yaptıklarının benzemezliğini, hatta zaman zaman yalan dolanla süsleyip gizlemeye bile gerek duymadan paldır küldür saldırmalarını açığa çıkarmanın yolu bıkıp usanmadan tekrar etmekten geçmektedir.

Üçüncüsü de bu açıklığı sağlamayı başaramadan güçlenmek mümkün görünmemektedir; mümkün olsa bile, o tür bir güçlenmenin kimliğini yitirerek gerçekleşebildiği, bunun da karşı tarafın işine yaradığı, birçok coğrafyanın geçmişinde defalarca kanıtlanmış, bugün de kanıtlanmaya devam eden bir olgudur.         

Biz, bizim türümüz, ya da bizim soyumuz diyelim, üstümüze düşeni doğru dürüst yapabilirsek, ne iyi! Yoksa, kaoslardan kaos beğenmekten başka çare yoktur.

İşimizi yapamadığımız varsayımıyla yazılmış “yoksa” ile başlayan son cümleyi, şairin gözüyle bakarak da yazıp söyleyebiliriz: Kimlerse bunlar, diktikleri tüyler öylesine çoğalmış ki, manzarayı görebilme imkânı kalmamış; üstelik, o tüylerin hiçbiri de gümüş değil…