Tiksinmek, gülmek, bir de üzülmek

Burada, geçen yılın 4 Aralık günü çıkan yazımın başlığı “Keşke” idi ve “keşke bu yazıyı ben yazmış olsaydım” diye hayıflandığım bir yazıdan söz ederek devam ediyordum. İmrendiğim yazı ise Yurdakuler kardeşimin “Demokrasi faşizm demektir” tuhaf başlıklı yazısıydı. Olur mu canım, demokrasi ile faşizm bir olur mu, öyle ya! Neyse, herkesin imrendiği, bu kıskanmak sözcüğündeki kötücüllüğü gidermek için seçilebilecek sözcüktür, farklı olabilir kimileri de işte böyle çoğunluğun bir ömür boyu bekleyip de kavuşamadığına hiç değer vermez. Buradaki yersiz gırgırı bir yana bırakıp söylersem, feraha ermemiz o çoğunlukla azınlığın yer değiştirmesiyle bağlantılıdır.

Yine bir keşke dedim geçen Cuma buradaki bir yazıyı okuyunca. Bu kez hayıflanmama yol açan Erdemol kardeşimizin yazısıydı. Gerçi, bu ilk olmuyor, daha önce de böyle düşünmeme yol açan yazılar yazmıştı burada, bir yenisini eklemiş oldu.

Bununla birlikte, şimdi başladığım yazının da oradan kaynaklandığını hemen belirtmek durumundayım. Demek, bir kötülük bir de iyilik oldu Mustafa Kemal’in yazısıyla sağladığı ben ona böyle sesleneceğimi çok önceden kendisine de söylemiştim. Bende Kemal çoktur hele ikisinin yeri başkadır, biri Mehmet ekiyle çoktan ölmüş ve toprağa karışmış babamdır, öbürü oğlum yerine koyduğum bir kardeşimdir. Dolayısıyla, yeni Kemalleri ayırt etmek için uygun bir çözüm bulmam gerekirdi haliyle.

İsteyen, iki gün önce burada yer almış yazıya yeniden bakabilir hiç okumayan varsa, okumasını ısrarla öneririm.

Erdemol orada gazeteciler arasındaki bir atışmaya, daha doğrusu, henüz atışmaya dönüşmemiş tek yanlı bir salvoya göndermede bulunuyordu. Altan kardeşlerin büyüğü, başbakanı, şimdi değişmiş midir bilmiyorum da, eski adıyla, “otel, lokanta ve eğlence yerleri” diye anılan işkolunda çalışan bir emekçiye, üstelik onun acemi çırağına benzetirken, Özköklerden adı Ertuğrul olanı kendisini dinlerken tarihin gelmiş geçmiş en büyük hatibi unvanını, haklı ya da haksız, kazanmış bulunan Çiçero’yu hatırlıyormuş. Medya camiasının on parmağında ondan bile fazla marifet olanlarından Mehmet Barlas da aynı politikacımızı “talk şovcu”ların en büyükleri arasına yerleştirdiğini yazmış. İkinci elden aktarmayı bırakıp doğrudan alıntı yapayım çünkü, söyleyişin de ayrı bir tadı var:

“ (…) başbakanımızı gelmiş geçmiş en büyük hatip olan Roma’lı devlet adamı Çiçero’ya bile benzetti. Tabii Çiçero’yu hiç birimizin dinleme şansı olmadı. Yazılanlardan çizilenlerden biliyoruz iyi bir konuşmacı olduğunu, o kadar. Ses tonundan haliyle haberimiz yok. Ama, Özkök, sanki Çiçero’yu dinlemişcesine bir kıyaslama yapıp, bu kıyaslamadan başbakan lehine sonuçlar çıkardı geçenlerde. Müthiş bir kabiliyet. Bu kadar olur.

“(…) Özkök ile Barlas, Altan’a başbakan Erdoğan’ın ‘Çiçero’ ya da ‘mükemmel bir hatip’, Altan da o her ikisine başbakanın ‘acemi garson çırağı’ olduğunu anlatmalılar. Çünkü bunlar aynı ülkede yaşıyorlar, aynı kişiyi değerlendiriyorlar. Aralarındaki bu değerlendirme farkına bakarak, bu zatlar hakkında bir yargıya varabiliriz, hiç değilse. Nasıl bu kadar farklı bir başbakan portresi çizebildiler diye?”

Bense buradan yola çıkıp kendimce ayrı bir yere gidiyorum.

Adı geçen anlı şanlı gazetecilerle ilgili kendi yaşantılarım bu yazacaklarım daha doğrusu, o adların bende yarattığı bazı çağrışımlar. Demek, çok kişisel “şeyler”den söz edeceğim. Benden başka çok az kişiye bir anlam ifade edebilir hatta hiç kimse için bir anlam taşımayabilir. Önceden söylemiş olalım.

Özköklerden Ertuğrul adını taşıyanı, bizim yaklaşık kırk yıl önceki “bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm için” çıktığını, bunun üçünün ancak bir arada bir anlam taşıyabileceğini daha logosunda yazan Yürüyüş dergimizde bile yazı yazmış adamdır. Böyle ikide bir Özköklerden adı şu olanı dememde bir yanlışlık olduğunu sanmıyorum, öbürünün adının da Hilmi olmakla, bir zamanlar apoletleri en kalabalık askercil kişi sıfatıyla şanlı ordumuzun başında bulunduğu sırada bugünkü hükümeti tayin eden 2002 Kasım seçimini ABD’nin başkentinde selamlayarak kutsadığı hatırlamak isteyenlerin hatırındadır. Buradaki isim benzerliğini dile dolamakta yerli ya da yersiz, incelikli ya da kaba saba bir alaycılık bulunduğu saptamasına itiraz etmemekle birlikte, sıradan bir demagojiye başvurduğum iddiasını kabul etmem. Adı geçen ünlü gazetecinin, Erdemol’un aynı yazıdaki deyişiyle, nasıl bir “erksever”, benim küçük bir düzeltmeme izin verilirse, “erkin lütfettiğini sever” olduğunu bilmeyen var mıdır acaba bu ülkede, az çok işin içinde olanlar arasında?

Bizim Yürüyüş dergimizden devam edecek olursak, Özkök’ü oraya getirenler ikiydi, diye aklımda kalmış onlardan biri şimdi Galatasaray Üniversitesi’nde, öbürü ODTÜ’de profesördür. Şu anda onunla aynı cümlede anmakla bile kendilerine haksızlık ettiğimi düşündüğüm bu iki arkadaşımızın o zamanlar profesörlükle herhangi bir ilgileri yoktu elbette. Aslında, aklımda kalana güvenmeyip, tam olarak hatırlayacaklarından kuşku duymadığım iki kişiye de başvurabilirim. Onlardan biri, bilmem kaçıncı mahpusluğunu Silivri’de yaşamakta olduğundan ulaşmam mümkün olmasa da, biri elimin altındaki telefon kadar yakınımdadır ama, böyle kalsın, her yazıda muamma benzeri bir yan olursa, fena olmaz merakı kışkırtır.

Asıl değinmek istediğimse kendi yaşantılarımla ilgili. Bundan 12-13 yıl kadar önce, çok eski yazılarımı derlemek için o dergimizin eski ciltlerini şöyle uluorta, çalıştığımız yerdeki odamda sermiş karıştırırken, sevdiğim çocuklardan biri gelmişti. Şimdi, bir ölü o çocuk ne bu anlattığımı okuyabilir, ne herhangi bir kimse ona anlatabilir. Geçenlerde de bir değinmiştim ya, o az önce andığım mahpustaki dostumdan naklen yazmıştım daha doğrusu, öyle okumaz yazarlardan değil, tam tersine, çok okur ama nedense hiç yazmaz bir çocuktu, şimdi yazacak vakti büsbütün tükendi ne yazık, ciltleri karıştırırken, ta 1976’dan mıdır nedir, karşılıklı iki sayfadan birinde benim öbüründe bu Özkök’ün yazısını görüp, “abi, elalem nerelere yükselmiş, sen hâlâ nerelerdesin” diye benimle tatlı tatlı dalgasını geçmişti. Sen de bilirsin ya, Erdemir kardeşim, adı buydu, o herifler gibi yükselmek bize yaramaz, biz zaten yeterince yüksekteyiz demiş miydim, hatırlamıyorum. Muhtemelen, dememişimdir deseydim, samimi bir şakaya karşı pek nobran bir akıl öğretme olurdu.

Başbakanın hitabet yeteneğini yere göğe sığdıramayan öteki zat-ı muhteremi, Barlas’ı ise, son zamanlarda “natava televizyonu”nda ortak Osmanlı musikisi programı yaptığı televizyoncu dolayısıyla belirteceğim. Bu arada, bir önceki cümlede geçen şu televizyonun adını tırnak içinde yazmam rasgele değildir başka herhangi bir yerde yapılmamış olduğunu sandığım o adlandırma da yine aynı mahpusun Avrupa’daki sürgün günlerinden kalma bir yakıştırmasıdır. Çok uzun zamandır, spordan siyasete nerdeyse her konuda, tarafsızlık iddiasını en kaba taraflılığın bir süsü olarak sürdüren o televizyonda sayısız programda görünen, daha doğrusu, herhalde bir yığın görevlisini işten attıktan sonra ortaya çıkmış bir zorunluluk olarak, her gün saatlerce insanların karşısına çıkartılan kişinin de, bizim ODTÜ’deki öğrenci birliğimizin 1967-68 dönemindeki başkanı Cengiz Haksever’in kardeşi olduğunu öğrenmiştim epeydir, şimdi yazmış oluyorum. Cengiz sosyalist öğrencilerin üç yıl üst üste seçimleri kazanıp öğrenci birliğini aldığı bizim “Toplumcu Grup”un son başkanıydı. O zamanlar bu kardeşi nerelerdeydi acaba, daha sonra nerelerde oldu, buralara nasıl geldi, hep merak ederim. Özellikle, Barlas’la çıktığı musiki programlarında abuk sabuk bilgiçlik taslarken gördüğümde, nedendir bilmem, aklıma takılıp durur.

Ne denir, insan dediğin kuş misali, kâh orada kâh burada, çat burada, çat kapı arkasında…

Tamam, yazı bitti, derken bitiremiyorum. Bitecek de, Kaan Arslanoğlu’nun yine Cuma günü yeni bir televizyon dizisi ile ilgili olarak yazdığı birkaç satırı, bağlamından biraz kopartarak, buraya aktardıktan sonra:

“Karakterler silme karaktersiz. ‘Tiksinç komiktir!’ Bunu mu ispatlamaya çalışıyor? İğrenç şeylere bakıp kahkahalar atacak bir döneme girecek miyiz toplumca? Yakındır, fakat henüz o denli olgunlaşamadık, dolayısıyla hepimiz gülemiyoruz. O zaman gelsin reklam. Her yandan basın pompayı ki gülmeye koşullanalım.”