Tıkanma ve umutsuzluk

Kim olursa olsun, ister bir ister birçok kişi, ister karmakarışık bir kalabalık ister az çok türdeş bir kitle için, kabul edilmez, uzak kalınması gereken, sözü edildiğinde “evlerden ırak” korkulu dileğiyle karşılanan iki durumun anlatımı bunlar.

Kendi tarafımıza bunları yakıştırmayız elbet; daha uygun sözcükle, kondurmayız. Biraz daha geniş, biraz daha gerçekçi bakmaya çalışacak olursak, ilkinin zaman zaman sergilemekten kaçınamadığımız bir özellik, şu ya da bu ölçüde içinde bulunabildiğimiz bir durum olduğunu kabul ederiz belki. Ama umutsuzluğu kendi tarafımıza kondurduğumuz hiç görülmemiştir. Hiç yerine pek denirse daha gerçekçi olur mu? Olabilir. Ayrıca, buradaki biz öznesinin ben yaptım, ben ettim demenin ayıp olduğu yollu bir köhnemiş alışkanlığın ürünü olmadığını, düpedüz birinci çoğul kişiyi anlattığını da ekleyelim.

Başlığa çıkardığım iki sözcük de karşı taraf için söylenmiş. Bundan 17 yıl önce ve kısaltmadan yinelenirse, “burjuva siyasetinde tıkanma ve umutsuzluk” biçiminde. Kuruluş toplantısını Eylül 2001’de Ankara’da yapan soL Meclis’in yedi ay sonraki kamuya açık ilk etkinliğinin ardından “Türkiye için Sosyalist Seçenek” başlığıyla yayımlanan kitapta yer almış. O toplantıdaki andığım başlığı taşıyan bildirimde, 2002 ilkbaharında, Türkiye burjuvazisinin siyaset yaparken, bu demektir ki sınıf mücadelesini sürdürürken, kendisi iktidarda bulunduğuna göre ülkeyi yönetirken, o iki sözcükle anlatılması mümkün bir görünüm sergilediğini ileri sürüyordum. Bugün de aynı sözcüklerin oldukça yeterli bir anlatım imkânı sağladığını düşünüyorum.

Oysa, aradaki süre boyunca neler neler oldu…

Bir kez, İslamcı siyasetin diyelim, ancak çömezi sayılabilecek birtakım politikacılar eliyle kurulmuş Adalet ve Kalkınma Partisi pek yeniydi; bu partinin daha altı ay geçmeden seçimleri kazanıp hükümet kuracağına, hatta bir öncekinin üzerinden sadece iki buçuk yıl geçmişken yeni bir genel seçimin yapılacağına kimse ihtimal vermiyordu. Elbette, her şeyin öyle bir sona doğru planlanmış olduğunu sanan komplo teorisyenleri ve emperyalizm korkaklığı ile hayranlığını kolayca birleştirebilenler dışında.

İkincisi, üçüncüsü, dördüncüsü diye olup bitenleri sıralayacak değilim. Sadece, o sıralar “çömezler” diye küçümsenenlerin birçok badireyi bir biçimde atlatıp yüksek olasılıkla kendilerinin bile pek ummadıkları ayrışma, birleşme, tasfiye ve yedeğe almaları da becererek yahut çeşitli yardımlarla hazır bularak onca uzun bir süreyi iktidar olarak tamamladıkları saptamasını akılda bulunduralım. Ancak, bunun iktidarın görünümünü anlatmak bakımından yeni sözcükler bulma gereği yaratmadığı da az önce belirtilmişti.

O zaman söylediklerimden birkaç örnek verirsem, anlatmak istediğimi daha iyi açıklayabilirim.

Türkiye burjuvazisinde ve önde gelen politik temsilcilerinde herhangi bir kişilik belirtisi kalmadığını; emperyalist merkezler karşısındaki teslimiyetin, sarraf terazisinde bile fark edilebilecek kadar bir bağımsızlık kırıntısı bırakmadığını söylemişim, örneğin.

Açıkladıkları AB tercihi ile geleneksel ya da kemikleşmiş türünden sıfatlarla nitelenebilecek korku ve saplantıları arasında bir salınım yaşamaktan kurtulamadıklarını ileri sürmüş ve bu konuda burjuva sınıfı ile değişik giysili politik temsilcileri arasında, zaman zaman ciddi görünümlere bürünebilen, yaklaşım farklılıklarının gündeme geldiğini eklemişim.

İç ve dış kökenli ekonomik bunalımlarla sarsılan Türkiye kapitalizminin, hem burjuvaziyi darboğazlara sokarak zorladığını, hem de onun politik temsilcilerini geniş halk yığınları karşısında söylem düzeyinde bile çözüm üretemez düzeye düşürdüğünü ileri sürmüşüm.

Düzenin bütün siyasal partileri ve onların içinde hareket ettikleri sistem açısından benzeri görülmemiş bir itibarsızlaşmanın söz konusu olduğunu belirterek bu çöküşü durduracak kadrolaşma ve örgütlenmelerin de ortada olmadığını, çöküşü yeni bir yükselişe dönüştürmenin ise büsbütün imkânsız göründüğünü vurgulamışım.

Türkiye burjuvazisinin, hemen herkesin açıkça görebildiği ve hiç değilse kendisinin daha gelişkin kesimlerinin artık kanıksanmış bir çaresizlik olarak kabullendiği bir siyasal kadro yoksulluğu içinde olduğu saptamasını yapmış; bu sonucun ortaya çıkmasında, öteki etkenlerin yanı sıra, uzun süreler boyunca, hep sopa göstererek ve sık sık da sopayı kalkan başlara indirerek yönetebilmiş olmasının payı bulunduğunu eklemişim.

En sonunda ise “siyaset boşluk kaldırmaz” sözünü hatırlatarak şöyle bağlamışım: “(…) yaşananlar, buradaki ‘boşluk’ kavramının pek göreceli olduğunu göstermiştir. Burjuva diktatörlüğünün, aynı anlama gelmek üzere, burjuva demokrasisinin sanıldığı kadar geniş olmayan imkânları çerçevesinde boşluk doldurulmakta ve yine de varlığını sürdürmektedir.”

Bunlar 17 yıl önce söylenip yazılmış. Peki, bugün için hangisinin geçersizleştiği, hatta sadece esas olarak değil farklı belirişleri bakımından da gerçekliğe aykırı düştüğü ileri sürülebilir? Gerekli olmasa bile yanıtı da yazmakta sakınca yok: hiçbirinin.

Bu haftanın kıssasından çıkarılacak hisse, kuşkusuz, o zamanki ve şu andaki satırları yazanın öngörü kapasitesiyle ilgili değildir. Kesinlikle değildir. Şudur: Hangi koalisyonlar ve ittifaklarla olursa olsun, burjuva sınıfının siyasal iktidarı olağanüstü sözcüğünün anlatmaya yetmediği kadar uzamıştır. Uzamış ve bütün dünya için söylenirse, emekçi insanlığı ve onun üzerinde yaşadığı gezegeni baş edilmesi git gide imkânsız duruma gelen belalarla, tek bir ülke olarak kendi yurdumuzu ise bıçağın kemiğe dayanmasının ötesinde kemiği yontmaya başladığı bir tabloyla karşı karşıya getirmiştir. Böyle bir genel durumda, hiçbir egemen sınıfın iktidarını aynı değil, az çok benzer biçimlerde bile sürdürmesi mümkün olamaz. Olsa olsa, 17 yıldır birçok örneğini yaşadığımız gibi, kimileri çok bilinen ama eğrisi doğrusuna denk geldiği için işe yarayan, kimileri o kadar da bilinmeyen yol ve yöntemlerle “idare etmek” bir süre daha mümkün kılınabilir. Ama işte o süreler de artık kimsenin kestiremeyeceği kadar kısalmıştır.

Bununla birlikte, hissenin içinde de bir hisse bulunuyor: Burjuvazi insanlık tarihinin en aç gözlü, aynı zamanda da, en gözü dönmüş sınıfıdır; bu iki özelliği birbirini besler ve büyütür. Dolayısıyla, pek çok dinden ödünç alıp tepe tepe kullandığı öteki kavramlar gibi “kıyamet”i de yeryüzünde gerçekliğe dönüştürmekten hiç çekinmez; çekinmeyecektir. Buradaki kesinliği biraz yumuşatmakta yarar görebilecek okurları düşünerek şöyle de dile getirebiliriz: Kıyameti kendi eliyle gerçekleştirmekten uzak duracağını gösteren ipuçları pek azdır. Öyleyse, tek çare, burjuvazinin karşısındaki sınıfların ellerini çabuk tutmalarıdır.