Arkadaşlarım Behice Boran’ın ölümü üzerine benden bir anma yazısı istediklerinde, Aragon’un telaşını hatırladım. Aynı panik dolu olmazlanmayla karşıladım isteklerini. Ama yolu yok. Yazmam gerekiyor.
Teslim olmamış bir savaşçının ardından
Mesut Odman
“Hayır, yazamam, şimdi olmaz, rica ederim. Bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa, daha önce, altmış yaşındaki bu delikanlı, bu sarışın boğa, ne hapisanenin, ne hastanenin, ne yaşın etkileyemediği bu insan içimde terütaze yaşadıkça hiçbir şey yazamam. Şimdi olmaz. Daha sonra. Söz veriyorum size, yazacağım.”
Fransızların büyük şairi Aragon, bizim koca Nâzım’ın ölümü üzerine yazı yazması istendiğinde, bunları söylüyor. Nâzım’ın ölümünden üç gün sonra yazdığı yazısı da bu satırlarla başlıyor.
“Hayır, yazamam, şimdi olmaz.”
Arkadaşlarım Behice Boran’ın ölümü üzerine benden bir anma yazısı istediklerinde, Aragon’un bu telaşını hatırladım. Aynı panik dolu olmazlanmayla karşıladım isteklerini. Ama yolu yok. Yazmam gerekiyor.
Ayrıca, neden şimdi olmasın? Bütünüyle ölmedi mi Behice Boran, bu ak saçlı cengâver? İnanmadığımız kaderin bir oyunu diye hayıflanan olmadı mı hiç, ölümün bu birkaç günlük gecikmesine?
Aragon Nâzım’dan söz edildiğini ilk kez 1934’te işitmiş, kendisinden hapisteki Türk şairi için bir şeyler yazmasını istediklerinde. Sonra, Nâzım ölünceye kadar sürmüş dostlukları. İki şair, iki komünist olarak.
Ben ona öykünemem, o güzelim yazıya. Benim konumum epeyce farklı. Ama anmadan da edemiyorum Aragon’un yazdıklarını.
Hayır arkadaşlar, hemen olmaz, lütfen biraz zaman verin bana. Ne yazabileceğimi düşünmeliyim. Yıllarca, toz kondurmadığımız, herkese karşı savunduğumuz doğruların simgesi olmuş bir büyük kavgacının, Türkiye’deki birtakım “gerçeklik”lere insana hüzün veren bir gerçekçilikle rıza göstermesine, ölümünden üç beş gün önce üstelik, sadece üç beş gün önce rızasını ilan ettikten sonra çekip gidivermesine alışmam gerek. Bu tanrının belası zaman kaymasını kabullenmeli ve ne olurdu ey ölüm, birkaç gün önce gelemez miydin, diye yazıklanmayı bırakmalıyım. Kolay değil bu. Biraz zaman lütfen. Bu acıyı biraz olsun dindirmeden, kafam bununla doluyken, başka ne düşünebilirim ki?
Bu kadarcık da vaktim yoksa, yazabileceklerim ne olabilir? Birkaç kırık dökük anı mı? Öyle de söylense olur. Belki de, belki de güçsüz belleğimin güçlükle çıkarabildiği birkaç güzel görüntü.
Sözgelimi, Ankara’da bir günü hatırlıyorum; mevsim neydi, çıkaramıyorum. Galiba bir sonbahar. Yirmiye yakın yıl geçmiş aradan. Günde üç öğün vitrin camları taşlanarak indirilen, sonraları adındaki “Amerikan” sözcüğünü atıp camlarını kurtaran bir banka vardı, Amerikan Dış Ticaret Bankası mıydı acaba, onun Kızılay’daki şubesinin önünde karşılaştık Sinan Cemgil’le. Yürüyoruz. O anlatıyor, ben dinliyorum.
“Hocam” diye giriyor söze, şu hocam sözünü ne çok severdik, solcular, hele Ankaralı solcular, “Behice Hanım bir kitap hazırlıyor. Geçenlerde Partide görüştük. Elimde bir çomak, bütün arı kovanlarına sokuyorum, diyor.” Elinde çomağıyla arı kovanlarını kurcalayan bir Behice Hanım. Hoşuma gidiyor. Ne kadar iyi olur, diye konuşup gidiyoruz.
Kitap çıkıyor. “Ne kadar iyi oluyor” mu? Bir daha Sinan’la tartışıp karar veremiyoruz. O gerilla oluyor. Uzaklara gidiyor. Geri dönmüyor.
Bir başka gün. Sosyalist Fikir Kulübü’nden çağrı yapıyoruz; Behice Boran ODTÜ’ye gelip bir konferans verecek. Milli Demokratik Devrim hareketi güç kazanıyor, hatta neredeyse öne geçmek üzere. Öyle bir zaman. Mevsim kış, esaslı bir kar yağmış. Elektrik kesintisi ya da ona benzer bir sorun var. Bir yerden bir yere yürümek gerekiyor. Karın ortasında ince uzun bir yürüyüş kolu oluşuyor. Behice Hanım da bizimle birlikte yürüyor. Devrimci romantizmin harika bir filminden çıkıp gelmişiz sanki, benzersiz güzellikte görüntüler sunuyoruz. Ekim günlerine benzetiyoruz biraz, hiç değilse oradakilerin bir bölümü, seyrettiğimiz birkaç filmle yeni yeni okuduklarımızı birleştirerek.
Konferans? “Türkiye’de Sol Hareket” başlığını taşıyordu. Hepsi o kadar. Onun dışında hiçbir şey hatırlamıyorum. Olmuyor, kazıyıp çıkaramıyorum, herhangi bir kırıntı kalmamış. Bütün hatırladığım ve hiç unutamadığım o eşsiz görüntü: bembeyaz karın üstünde uzun bir yürüyüş kolu, önlerde henüz tümüyle ağarmamış saçlarıyla dinç bir kadın.
Her zaman kahrettiğim belleğimin menüsünden, yıllar sonra bir başka gün. Kızım daha üç dört yaşlarında, şimdi nerdeyse bir genç kız oysa, ailelerimizle birlikte uzun ve güzel bir çalışmanın bitişini kutluyoruz. Bir süre sonra “Behice Hanım’ın dostluklarının diyalektiği yoktur” değerlendirmesine ulaşacak Yalçın Küçük’ün evindeyiz. Küçük kızım ürkek ürkek ortalıkta dolaşıyor. Behice Hanım onu elinden tutup dizlerine oturtuyor. Başöğretmen edalı bir nine gibi konuşuyor onunla, hemen şöyle birkaç dakika, yarım yamalak konuşmalarını dinliyor.
İşte o Behice Boran öldü, kızım. Hiç baş eğmemişti. Sen de onun gibi ol, kimsenin önünde boyun eğme. Onun kadar kavgacı; ondan daha dirençli, daha bilgili ol.
Hayır, olmaz, o görüntü kalsın.O tür görüntüler için unutulmuş köşeler olmalı bir yerlerinde, ey bellek! Onları unutmakta ne sakınca olabilir? O küçük sinema salonlarında, ellerimiz kollarımız bağlı saldırılara uğradığımız kongreler, toplantılar, bilmem neler. Onlar kalsın. Hiçbir gocunmam yok, kalsın. Behice Hanım’ın onları söylemiş olması çok önemlidir, ama bize söylenmiş olması hiç önemli değil. Söylediklerini unutmuyoruz; bize söylendiklerini çoktan unutmuştuk.
Behice Boran öldü.
Bir zamanlar bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm “üçgeni”nin seçkin savunucularından biri idi. Bunu unutmadık. Bunu unutmadığımız ve unutmayacağımız için, o bütünselliği sağlayan sosyalizm vurgusunun yok edilişine katkılarını da, çaresi yok, hatırlayacağız.
Behice Boran öldü.
Sosyalizm mücadelemizin büyük adlarından biridir. Adını yaşatacağız.
Sosyalist iktidarımızın üniversitelerinde, amfilerinde, kütüphanelerinde, dersliklerinde. Çok isteyip de barındırılmadığı Türkiye’nin üniversitelerinde, o zaman yerini alacaktır.
Üniversitelerimizin dışına çıkacaktır. Sosyalist ülkemizin sokaklarına, caddelerine, alanlarına adı yazılacaktır.
Bu yazı, ilk kez, devrimci büyüğümüz Behice Boran’ın 10 Ekim 1987 tarihinde ölümü üzerine aylık Toplumsal Kurtuluş dergisinin Kasım 1987’de basılan beşinci sayısında yayımlanmıştır.