Tencere dibin kara…

Önce, birkaç hafta sürmüş bu zorunlu mola dolayısıyla, dost okurlardan özür dileyerek başlamalı. Yaş kemale erdikçe, beklense de beklenmese de, böyle inkıtalar olabiliyor.

Memleket bu kadar şeye batmışken, sadece memleket değil yakın ve uzak çevresi, hatta neredeyse arzın tamamı da aynı nahoş kokulu nesneyle hallihamur olmuş iken, sözü de oradan başlatmanın alemi yok. Başka ve daha eğlenceli sayılabilecek bir yerden başlatabiliriz.

Aslında yukarıdakinin yerine şöyle bir başlık düşünmüştüm önce: “Dil düşüncenin aynasıdır.”
Vazgeçme nedenlerim arasında ikinci sırada ya da daha geride yer alan, bunun pek de ilgi çekici bir başlık olmayışı idi. Birinci sıradaki nedense böyle bir başlığın yaratabileceği çağrışımlara ve beklentilere uygun bir yazının ortaya çıkma olasılığı pek yüksek görünmüyordu öyle bir yazı yazabilecek durumda değildim. Dolayısıyla, doğrudan konuya giren, sözünü edeceğimiz kişinin kendi ettiği söze göndermede bulunan bir başlık, daha yerinde olabilirdi.

Neyse, sadede gelelim zira, herkes bilir ki, söz bitmeden zaman biter.

İsmi gerekmez, bir bakandan söz edeceğiz. Aslında, hiçbir işe bakmayan, bunun herhangi bir tuhaflık oluşturmadığı ve kimseyi şaşırtmadığı pek çok bakan olmuştur da, kendisi, en başta ataması yapılırken, adı ve tanımı gereği ne yapılacağı belli olmayan Avrupa Birliği ile ilişkiler ve “baş müzakerecilik” işini üstlenmişti bu noktada bir düzeltmeye daha ihtiyaç doğuyor, üstlenme demeyelim de, cemi cümlesini oralara getiren yüksek irade ona öyle bir unvanı uygun görmüştü. Bir düzeltme yahut not daha gerekiyor galiba: Müzakere eden çok kişi bulunmalı ki, onların en başında yer alan, en fazla yetki ve söz sahibi konumunda bir de “baş müzakereci” olsun peki, ya müzakerenin hedefi, dolayısıyla kendisi ortadan kalkmışsa ne olacak? Olacağı, o kişi ya da kişilerin boş oturmasıdır konu ülke sınırlarının dışıyla ilgili olduğuna göre de, boşluk baki olmakla birlikte, oturması değil gezmesidir.

Yaşı pek genç, yaşına göre başı oldukça çıplak ve, anlaşılmaz bir takıntıyla, çıplaklığı ilerleyen tıp teknolojisinin imkânlarıyla örtme çabasında basbayağı başarı kazanmışa benzeyen bu her daim muzip ve mütebessim kabine üyesinin, başarı kazandığını teslim ettiğimiz halde o çabalarını neden hâlâ bir “takıntı”ya bağladığımızı da açıklamak gerekir: Herhalde gençliğinden olmalı, akıl ile saçın aynı başta bulunmadığına ilişkin yaygın ve genellikle doğrulanmış inanıştan habersiz görünüyor. Ancak, uzaktan ve bilir bilmez yanlış bir söz etmeyelim ama, işleri başlarından aşkın öteki meslektaşlarının emirlerindeki yüzlerce şube müdürünün birinin bile attığı günlük ortalama imza sayısı kadar imza atmadığı ve sanki iş tanımının “boş konuşmak” biçiminde belirlendiği izlenimi vermesi, gençliğinden ileri gelen bir durum olmasa gerektir. Ayrıca, burada, bir iş yapma göstergesi olarak imza atmanın abartıldığı yargısına varmak yerinde olmayacaktır çünkü, artık bilinmektedir, öyle sıradan memurların değil, özel olarak seçilip atanmış memurların da attıkları bir imzanın, sonradan burunlarından fitil fitil getirilmesi, hepsi için bu kadar ağır olmasa bile, bir vakit geldiğinde haklı haksız hesabının sorulması, siviliyle askeriyle her zamane bürokratının kulağına küpe olmuş durumdadır.

İşte bu bakan, geçenlerde, akıllara ziyan bir cengaverlik yaptı ve soykırım neyim yoktur dedikten sonra da ekledi: Hadi bakalım, sıkıysa, gelip beni tutuklasın İsviçreli efendiler. Buraya kadarı iyi, güzel. Bu arada, kendi ülkesinde ağzını açanı tutukladıkları için orada da böyle yapacaklarını sanarak, hani olur a, bir de tutuklanırsak, o kadarı olmaz da, tutuklama kararı çıkartırsak, giriştiğimiz kahramanlık daha çok göze batar, düşüncesiyle mi efelendi, her neyse de, biraz tuhaf duruma bile düşmüş oldu böylece. Ama o kadar olur, cengaverlik bu, işin önünü arkasını düşünmesine fırsat bırakmaz insanın.

Derken, bir İsviçreli savcının, yine oralardan bir Ermeni derneğinin suç duyurusu üzerine “ön soruşturma” başlatması ile, bu çok genç, çok parlak, konuştu mu herkesi her şeyine hayran bırakan Türk politikacısının pençesine düştü kefereler ki, yüce Rabbi kimselerin başına vermesin!

Haliyle, verdi veriştirdi, akidesi uyarınca. Şanlı memleketinin onlardan öğreneceği ve onlar karşısında utanacağı hiçbir şeyciğinin olmadığını belirtmekle birlikte, orada da durmadı ve sözü ifade özgürlüğüne getirip, bu bahiste de en baba özgürlüğün bizde mevcut bulunmakla, bizi zemmetmenin kimsenin haddi olmadığını bihakkın sayıp döktü. Lakin, biraz nefes alsan, orada durup, büyüklerinin her musibeti yerle yeksan etme kudretini göstermeleri gibi sen de belagatin şehvetini bir vuruşta ezip geçsen ne olur, a devletlû ve haşmetlû vekil hazretleri!

Hayır, durmayıp devam etti ve, buna tencere dibin kara, seninki benden kara derler, dedi. Yukarıdan beri bu sözleri tırnak içine almadan yazıyorum çünkü, bunları televizyon ekranında izlediğim sırada not edebilecek durumda değildim, dolayısıyla belleğimde kaldığı kadarıyla aktarmış oluyorum. Belirtmeden geçmeyelim ki, bu mümtaz politikacıya şöyle ya da böyle haksızlık etmek türünden bir niyetimizin bulunmadığı açıkça ortaya çıksın.

Evet, böyle bir deyim vardır, “tencere dibin kara, seninki benden kara” derler. Derler demesine de, ey bugünü parlaksa da istikbali pek öyle görünmeyen zat-ı devletleri, vekil hazretleri, ne demeye bu kadar lafı uzatırsınız? Tamam, bu yaşta bu zekâ, bu kabiliyet, bu feraset denilmiştir zat-ı âlileri için de, biraz da tevazu, bir parçacık tevazu! Siz kendinizi, hâşâ, velinimetiniz başvekil hazretleri gibi hatip mektebi mezunu ve dahi yüce Allah’ın bir hikmeti olarak adeta doğarken imana getirici lakırdılar ederekten şu fani dünyaya gönderilmiş, belagat san’ati namevcut olsa idi onu vücuda getirip beşeriyetin hizmetine sokacak bir adem mi zannettiniz? Ne demektir “tencere dibin kara…”? Hadi, başladın, orada bitir bari, “zamane insanı lafın sonunun ne olduğunu çıkaramaz nasıl olsa, o sebepten söyleyiverdim” diyerek savunabilirsin hiç değilse… Ne gezer, bir de tamamlıyor “seninki benden kara” diye…

“Zamane insanı” dediklerinize her şeyi unutturdunuz da konuşup durduğu dilini de mi unutturduk sanırsınız? Unutsalar bile, duyduklarından yanlış mı duyduk diye kuşkuya kapılarak ellerini atıp bakabilecekleri hiç mi sözlük kalmamıştır?

Ellerini attılar, diyelim, Ömer Asım Aksoy’un Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü geldi: “Bir kişi başkasında kusurlar, ayıplar görüyor. Oysa kendisinin daha çok kusurları, ayıpları var.” Böyle açıklanmış.

Haydi, bu yazar “uydurukça”nın sorumlularından, güvenilmez biri, dediler ve güvenilir bir kaynak aradılar. Türk Dil Kurumu’nun, hem de sizin yolunuzu açan, canınıza can katan, ama şimdi sağ kalanlarına vefasızlık gösterdiğiniz 12 Eylül paşalarının adam ettiği haliyle Türk Dil Kurumu’nun hazırlayıp yeniden bastırdığı Türkçe Sözlük geçti ellerine. Orada ise bu deyimin anlamı, “kötülük, kusur yönünden sen benden daha betersin anlamında kullanılır” biçiminde açıklanıyor.

E oldu mu şimdi? Demek, siz betersiniz beter olmasına da, onlar sizden daha beter.

Öyle mi?

Peki, o solcu taifesinin, hiç değilse onların içindeki aklını demokrasinin tasallutundan koruyabilmiş olanların, yıllar yılı söyleyip durduklarının bundan farkı neydi? Olsa olsa, kimileyin, sizin onlardan daha beter olduğunuzu söylerlerdi ama, kimileyin de, onların sizden beter olduklarını belirterek hakkınızı teslim ederlerdi.

Sözlükteki açıklamada kullanılan sözcükleri tekrarlarsak, “kusur, kötülük yönünden” bir tür yarış içinde olduğunuzu kabul ediyorsunuz anlaşılan. Demek, tencereler de dibindeki karalar da aynı, sadece birinin karası öbüründen biraz daha koyu.

Öyle mi?

Demek, alalım birinizi, vuralım öbürünüze!

Doğru söze ne denir!