Şundan bundan...

Sonuna bir de “konuşmak” sözcüğü getirilirse hemen her sözlükte bulunabilecek bir deyime ulaşılmış olur. Ama sadece konuşma eyleminin nasıl ve hangi konularda yapıldığını değil, söyleşmek, yazmak, yazışmak türü eylemleri anlatmak için de kullanılabilir bu deyim. Bazı sözlüklerde “havadan sudan konuşma”nın eşanlamlısı olarak gösteriliyor. Bence, küçük  sayılamayacak bir fark var: “Havadan sudan” pek de önemli olmayan konularda konuşup yazmayı anlatıyor daha çok; “şundan bundan” ise konuların önemsizliğini değil birden çokluğunu ve birbiriyle bağlantısının güçsüzlüğünü ya da dolaylılığını öne çıkarıyor.

Ama her ikisinin de bir rahatlama ihtiyacına işaret ettiğini ve bunu bir parça da olsa gidermeye yaradığını söylemekte bir sakınca yok.

Bu hafta öyle yapalım bakalım. Yapacağımızın doğası gereği, herhangi bir öncelik sırası gözetmeden…

***

Yeni “ileri demokrasi”den başlayabiliriz.

Başına yeni eklenmediğinde, bunun önce bizim açımızdan, sonra da herkes açısından herhangi bir yenilik taşımadığı bellidir. Biz solcular için ileri demokrasi, geçmişimizin zavallıca bir beklentisi, oturarak beklemenin ötesinde, mücadele etmenin amacı, yakın ve uzak hedefi, kısacası her şeyi olmuştur zamanında. Bunu unutamayız; zaten şimdi de olup durduğu için unutmamız mümkün değildir. Çok derinlere salmış kökleri vardır. Dolayısıyla, kurtulmak için esaslı bir söküp atma işlemi zorunludur; her esaslı işin acılı olacağını hep hatırlamak kaydıyla. Asıl işimizi yaparken bunu ihmal edersek, asıl işimizin güme gittiğini kırk kere görmüşüzdür.

Peki, bütün bunlar tamam da, nereden çıktı şimdi bu “ileri demokrasi” bahsi?

Şuradan çıkıyor ki, manipülasyondu hile hurdaydı bunların hiçbirinin olmadığı varsayılsa bile, bir anayasa referandumunda 51-49 yenilgisini yaşamış siyasal iktidar açısından biraz daha farklı denemelerin ortaya çıkışının ön günlerinde olduğumuza ilişkin belirtiler var. İktidarın başındaki kişi, “dindar ve kindar gençlik” hayali hâlâ unutulmamışken, belki de bu hayalini erteleyerek, ihtiyaçlarının biat eden gençlik olmadığını ilan ediyor. Aynı iktidarın kalemşorları, en azından onların bir bölümü, sonbaharında mı hangi mevsiminde olduğu bilinmez başkan babanın, çok uzun yıllardan beri yutturulmaya çalışılan “devlet başka hükümet başka” görüntüsünü simgesel olarak da yerle bir edecek genel başkanlığı yeniden eline alma tarihi olan 21 Mayıs’ta yapacağı konuşmayı parlatmaya birkaç gündür başlamış bulunuyorlar. Bu deyişe pek bir anlam veremiyorum da, “merkez medya”, aslında onun tek temsilcisi olarak kalmış Doğan medyası da yeni bir başlangıç için bir “yeni demokrasi”nin tek yol olduğunu kimileyin ima ederek, kimileyin açık açık yazarak kampanyaya katılıyor.

Henüz eğilim denebilecek bir belirginliğe ulaştığı kuşkulu bu görünümün olası nedenleri üzerinde düşünmeye çalışıldığında, içeriden ve dışarıdan kaynaklanan, sıkıştıran da denebilir, birtakım etkenler hemen akla gelebiliyor. İçeriden sıkıştıranlar arasında, her türlü afur tafura rağmen, daha 16 Nisan akşamı perde aralığından çaresiz ortaya çıkan yüzlerin unutulamayacak görünümlerinde simgeleşmiş yenilgiyi; parti içi ve daha önemlisi, herhalde onlarda yansımasını bulmuş, sınıf içi çatırtıları; 16 Nisan öncesinde ve sırasında yapılanlarla birlikte fütursuzlukların da aşılması kolay olmayan bir sınıra gelip dayanmış olmasını sayabiliriz. Dışarıdan sıkıştıranlarsa, biliniyor, 16 Mayıs görüşmesinin öncesine denk getirdiği YPG Kürtlerine ağır silah verilmesi kararıyla Trump Amerika’sı, bir yandan idam oylamasını topraklarımda yaptırmam derken bir yandan işbirliğine ve her türlü görüşmelere açığız işaretleri veren Avrupa Birliği yönetenleri, Suriye felaketi, Amerika’nın göz bebeği konumuna gelmiş Kürt siyasetleri… Sıkıştıran mı yok!

***

Hukuk mu guguk mu ya da hukuk değil guguk, derler halk arasında. Aslında bunun anonim bir deyiş olup olmadığından da, değilse, ilk kez kim tarafından ve ne zaman söylendiğinden de emin değilim. Çok uzun zamandır olup bitenlerin yanı sıra son günlere sıkıştırılmış HSK üye seçimleri, AKP üye ve yandaşları arasından yargıç-savcı atamaları, nihayet Danıştay Başkanının konuşması türünden olaylarla bu söz bilenlerin aklına daha sık takılıyor olmalı.

Artık bir halk deyişi olmuş bu söz ne zaman aklıma gelse, hukuk öğrenmek için ille de hukuk mektebi mezunu olanlara bakmak gerekmediğini hatırlarım. Bunun bir örneği, bizim Yalçın Hoca’dır; hukuk mektebinin mekân olarak yakınında, ama onun komşusu bir başka mektepte okumuştur, öyle bir diploması neyim de yoktur; buna karşılık, yargılandığı mahkemelerdeki savunmaları, değme hukukçulardan çok daha öğreticidir. Bir başka örnek, yine bizim, Ali Rıza Aydın’dır; onunki de ekmeğini kazandığı yıllar boyunca ve onun dışında toplumsal mücadelede harcadığı emeğinden kaynaklanır. Dün yine yazmış:

“Akademik kökenli Anayasa Mahkemesi başkanı, ‘yargısal tarafsızlığa yönelik’ ‘naif iyimser’liğin, ‘normatif anlamda işlevsel olsa bile, yargılamanın doğasını tam olarak yansıtma’dığını söyleyerek, ‘ABD Yüksek Mahkemesi Kararlarında İfade Özgürlüğü’ adlı derleme kitapta şöyle açıklıyor durumu:

‘Yargıçların, kararlarını verirken siyasi önyargılarından, dünya görüşlerinden, kısaca ‘hukuk dışı’ mülahazalardan soyutlandıkları, sadece anayasaya ve hukuka bağlı kaldıkları düşüncesi bir mitostur. Anayasa ve yasalar yoruma muhtaç metinlerdir. Yorum ise esasen siyasal bir faaliyettir. Anayasa yargısındaki yorum açısından bu özellikle geçerlidir, çünkü anayasa hukuksal olduğu kadar, hatta ondan da fazla, siyasal bir metindir”.

Şimdi, buradaki bilgiye dayanarak şunu söylemek hem mümkün hem gereklidir: Herhangi bir hukukçunun hukukla ilgili önemli bir makama getirilmesi, onu oraya getiren kişi ya da kurumların şu ya da bu eğilimde olmaları ile değil, genellikle, düzenin tercihleri ve kararları ile ilgilidir. Düzen derken, düzenin kendi deyişiyle “müesses nizamı”, bilimsel deyişle “toplumsal-iktisadi formasyonu” anlatmak istiyoruz. Demek, düzen, hukuk denilerek ya da bu sözcüğün anlattıkları öne sürülerek yapılan ve yapılacak olanları, siyasal faaliyet ya da siyaset olarak anlayıp anlatmaktadır. Siyaset ise, hep söyleriz, sınıf mücadelesi demektir; yalnız bizim değil bütün insanlığın yaşamakta olduğumuz ve daha bir süre yaşayacağımız koşullarda, böyledir.

***

Yine son günlerde, 1923 Cumhuriyeti’nin önderi ve simge adı Atatürk’e yönelen ve “ağza alınmaz” deyişiyle anlatılabilecek sözlerle, onların köprüaltından çıkarılıp biraz ehlileştirilmiş biçimleriyle yürütülen bir saldırı oldu. Az çok benzerleri çok uzun süredir yapılıyor; anlaşılan, bundan sonra da, kimileyin şaşırtıcı kılıkta ve ağırlıkta olmak üzere, sürüp gidecek. Bunlara, sadece “sosyal medya” denilen tuhaf yerde değil, muhalefet ve iktidar partilerinde de basbayağı yoğun tepkiler gösterildi. O arada, tarih mesleğinin mensuplarından da tepkiler, yanıtlar, karşı saldırılar gerçekleşti; ilk saldırıyı başlatanlar tarihçiler ya da kendilerine öyle diyenlerdi.

Tepki gösterenlerden ikisinin özellikle dikkatimi çektiğini söylemeliyim. Biri benim kuşağımdan, çok tanınmış bir tarihçi, öbürü onun çocuğu yaşlarında, demek, bu mesleğin başlarında sayılabilecek bir genç.

Yaşlı olanı, ünlüler ünlüsü, İlber Ortaylı. Atatürk’e saldıran “tarihçi”ye karşı saldırıda bulunuyor. Hem de çok ağır, “hayvan” bile diyor. Ama, genellikle olduğu gibi, karşısına aldığının hödüklüğüne takmış. O kadar hödük, o kadar usul erkân bilmez kimselerle muhatap olmak zorunda bırakılmış ki, ağzına geleni söylemiş. Her zaman böyle oluyor zaten, adamlar bu kadar hödük olmasalar, sesini çıkarmayacak büyük üstad, ama bu kadar da olmaz. Üstelik, bir de tutup kendisine görüşünü sormuşlar, ne desin şimdi? O da en ağırını söylemiş, hayvan, demiş. Daha ötesi var mı?

Genç olanı ise dün değil önceki gün, burada aynı konuda ciddi bir yazısı yayımlanan Aytek Soner Alpan. Okumayan varsa ve bu konuda bilgi edinmek istiyorsa, okumalıdır. Aytek ve akranları yetişiyorlar; onlar alan değiştirmez ya da akademik işleri bırakmazlarsa, Ortaylı benzeri kâzip şöhretlerin sonu yaklaşmış demektir. Aklı başında insanların şaşırtıcı övgüleri bile onu kurtaramaz.      

Bu durum o kadar aklıma takılmış ki, dün sabah gazetesinde hörmetini hiç eksik etmeden büyük üstada benzer nedenle serzenişte bulunan “Akif Dedi ki”nin yazısını görüp biraz tereddüt geçirdiğim halde, burada yazmaktan vazgeçmedim.

***

Bizim Nazım Sinan ara verdiğinden beri, ara sıra, şu sportif işlere değinmek gelmiyor değil aklıma. Hep vazgeçiyorum. Bu kez vazgeçmeyeceğim.

Spor, bir de mpor ekleyerek söyleyelim, yapılmıyor ülkemizde, lakin o ad altında yapılan pek çok başka iş var. Örnek olsun, sporcu, özellikle de futbolcu olarak bilinenler arasında kaba kavga dövüş yaygındı ama, bunlara, yöneticiler arasındaki sille tokat kavgalar da eklendi son günlerde. Doğrusu, çok ağır cezalar da verilmiyor değil; yarısı yaz tatilinde geçecek, dolayısıyla uygulanması mümkün olmayan “hak mahrumiyeti” cezası bunlar arasında örneğin.

Bu arada, şu “futbolcuya dayalı düzen” sözü ve onun hedef tahtasına yatırılması gündemde. Demek, hem futbol oynanacak, bu çerçevede düzenlemeler yapılacak, hem de o düzenlemeler futbolcuya değil, yöneticiye, gazeteciye, ne bileyim, olur ya, kasaba, manava falan dayalı olacak!

Bir de, nereden çıktı denmesin, anti-komünizm pek ilkel bir biçimiyle burada da hazır ve nazır!

Şöyle: “İlklerin kulübü” olmakla övünen ve buna yeni bir kanıt getirmek üzere futbol düşkünü bir Rus oligarkına ya da petrolcü Arap şeyhine ilk satılan olma yolunda ilerleyen  Galatasaray’ın son yenilgisi üzerine maç kritiği yazan ünlü bir futbol yazarı, kısacık yazısında iki kez Hırvat antrenörün kökenine göndermede bulunarak sözüm ona komünizme sataşıyor: “Maalesef, ‘Demir perde’ ülkelerinde doğup büyüyen teknik adamlarda yıldız oyunculara karşı ciddi bir kompleks oluyor. (…) Aklımdaki soru: Acaba Tudor ‘Verin paramı kovun beni’ diye mi yapıyor? Çünkü Tudor gibi ‘Demir perde’ kimlikli insanlar paracı olur.”

Şu kadarını ekleyelim: Bu Tudor adındaki antrenör, daha 39 yaşında; yani, Balkanlar’da sosyalizm mosyalizm, artık ne kadar olduysa, ortadan kalktığında 8-9 yaşlarında bir çocukmuş. Demek, şu “demir perde” dedikleri, bacak kadar çocukken, ona yıldızlara nasıl davranılacağını, nasıl paracı olunacağını öğretmiş!

Ne sosyalizmmiş ama! Bir de küçümsemeye kalkıyorum.