Şu kara günlerde güzel bir şiiri hatırlamak

Bir aydan daha uzun bir süre geçmiş üzerinden. “Güncel” derken tırnak içine alma gereğini duyduğum, çünkü öyle olup olmadığı tartışmalı bu yazılara ara verdiğimi duyururken, nedenini belirtmemiştim. O neden ortadan kalkmış değil: Çok önemsediğim bir iki çalışmayı tamamlanabilir düzeye getirmek için zihnimi her günün hayhuyundan uzaklaştırma ihtiyacı idi söz konusu olan. Amaç henüz gerçekleşmese de gerçekleşme umudu sürüyor. Dolayısıyla, bizim “Almancı” diye anılagelmiş göçmen işçilerin yerleştirdiği deyişle, bir kesin dönüş yapmış olmuyorum şu anda. Sadece günün anlam ve önemine uygun olduğunu sandığım, üstelik pek de güzel bir şiiri hatırlatan olup olmadığından kuşkuya kapıldım. Bu yazının gerekçesi o. Hatırlayanlar çoksa, kusura kalmasınlar ve bir kez daha okusunlar. Bilmeyenlerse, nereden olursa, bulup buluşturup okusunlar.  

Nâzım’ın çok sayıdaki güzel şiirlerinden biridir. Bilgim ve belleğim beni yanıltmıyordur umarım, ilk kez Memet Fuat tarafından “Dört Hapisaneden” başlığı ile, 1966’da yayımlanmıştı. Büyük şairimizin, bu deyiş uygunsa, birçok “öykülü şiir”inden biridir. Uzun yıllarını geçirdiği hapisane günlerinden birinde hücresine konuk olmuş dostlarıyla arasındaki bir söyleşiyi dile getirir. Bu söyleşinin ne kadarının düşsel, ne kadarının yaşanmış olduğu ise bilinmez. Bilenler varsa da ben onlar arasında değilim.

“Ölüme dair” başlığını taşıyan şiirin bence en güzel bölümünü aktaracağım. Aktarmadan önce, bir değinme: Yaşar Kemal, haftalık Ant dergisinde birkaç sayı boyunca yayımlanmış ve “Fakir Evleri, Zengin Mezarları” başlığını taşıyan, o zamanlar çok etkileyici olmuş bir röportajının ilk bölümünde bu dizelerden bazılarını kullanmıştı. Bunun o şiirin daha çok insana ulaşmasına katkısı olduğunu düşünmüşümdür. Yıl 1967 olmalı. 

Aktaracağım bölüm şöyle:

(…)

Bir eski Acem şairi:

“Ölüm âdildir” –diyor,-

“aynı haşmetle vurur şahı fakiri.”

 

Hâşim,

Neden şaşıyorsunuz?

Hiç duymadınız mıydı kardeşim,

           herhangi bir şahın bir gemi ambarında

                                               bir kömür küfesiyle öldüğünü?

 

Bir eski Acem şairi:

“Ölüm âdildir” –diyor.

Yakup,

Ne güzel güldünüz, iki gözüm.

Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir…

Fakat bekleyin, bitsin sözüm.

Bir eski Acem şairi:

“Ölüm âdil…”

Şişeyi bırakın Ahmet Cemil

Boşuna hiddet ediyorsunuz.

Biliyorum,

Ölümün âdil olması için

Hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz…

(…) 

Ankara’ya, Çankırı’ya ve Bursa’ya gönderilmeden önceki mekânından, İstanbul Tevkifhanesi’nden sesleniyor Nâzım.  Taa 1939 yılından.

Sesleniyor  ve sanki bugünlerde bizim burada, herhalde başka yerlerde de, yazılıp söylenenleri o zamandan haber veriyor; komünisttir ve şairdir, işini yapıyor: Doğrudur yoldaşlar, diyor, her şey sınıfsaldır, sizin bu salgınınızın sonuçları da…

Onun bu erken haberciliğine sadece iki güncel olay ekleyelim. İlki muhtemelen daha çok yayılmıştır; ikincisi daha az biliniyor olabilir.

Eskiden, epey eskiden, şu son 15-20 yıllık sermaye sahipleri sınıfı içindeki zenginlik aktarımı, başka bir deyişle servet transferi döneminden de önce, memleketin en büyük üç zengini sıralaması yapılırken, ortanca olarak söylenirdi. Hem ilgili istatistiklerde öyleydi, hem de edinilmiş bir alışkanlıktı. İşte o ikinci en zengin ailenin bireylerinden biri, ön tekerleği çok büyük, arkadaki ondan epeyce küçük bir tuhaf bisiklete binmiş. Hemen iki adım ötesinde derya görünmekte. Biraz daha dikkat edilirse, derya dediğimizin İstanbul Boğazı olduğu anlaşılıyor. Bu fotoğrafı “paylaşmış” beyzade. İzleyicilerinden biri de hemen alt tarafında başlayıp uzadıkça uzamış katkıların birinde, “N’oluyoruz beyim, hani evden çıkmak yoktu” biçiminde laf sokuşturmuş. Beyzademse cevabı yetiştirmiş, hem de pek alışkın olduğu Amerikan ağzıyla, “Şampiyon, orası benim evim olur” diyerek…

Evet, oralar onların evi oluyor: Bir yandan yiyip içiyor, bir yandan boğaz manzarasını içlerine çekiyor, bir yandan da yaşam boyu spor yapıyorlar. Salgın malgın oralara pek uğramaz. Yanılıp şaşırıp uğrasa da bizlere olağanüstü bir güzellik olarak görünen o manzaraya bakmaktan sıkılıp biraz daha yiyip içmelerinden, o arada oluşan kilo fazlalıklarını atmak için de biraz daha spora kuvvet vermelerinden başka bir sonuç yaratmaz.

Bu görüntü ile onu izleyen atışmayı sosyal medya aleminde gören çok olmuştur. O alemlere akmışlığı hiç olmayan benim gibiler bile haberdar olduklarına göre, olayın ne kadar yaygınlaştığını anlayın artık. Bir de, bu boğaza nazır izolasyon ile, en kabadayısı 90-100 metre karelik evlerine çoluk çombak tıkılmış, pencereden baktıklarında karşı apartmanın balkonuna kurusun diye asılmış çamaşırların hem temizlik hem ferahlık veren görüntüsünün keyfini yaşayan ahalinin izolasyonunu karşılaştırın.  

Daha az yayıldığını sandığım bir başka haber ise şu: Bir gazeteci, iktisatçı, hangisinin öne yazılması gerektiğini bilemediğim kişi, bir televizyon kanalında söz etti. Programın ünlü yapımcı ve sunucusunun adını hep veriyordum, vermekten vazgeçtim artık; çünkü, kendisinin kaynak gösterme konusunda tuhaf bir alışkanlığı var. Sözgelimi, şimdi yineleyeceğim haberin aktarıldığı programda bizim Korkut Hoca’nın geçen haftaki yazısından kısa bir bölüm okudu, ama lütfedip “soL’da yayımlanmış yazısında” diye belirtmedi. Sanki Hoca bir meydana çıkıp konuşmuş yahut bir korsan bildiri yazıp kuşlama yapmış!

Neyse, çok eskilerde kalmış arkadaşlığımızın hatırına, fazla takılmayalım.

O programa katılan konuğun aktardığı şuydu: Ülkenin çok büyük zenginlerinden biri, korona belasından uzak kalmak için, birkaç yakın dostunu ve iki hekim ile iki hemşireyi de yanına alarak adasına çekilmiş. İyi mi! Evet, yanlış yazmadım, adası varmış zatıalilerinin. Yanına aldıkları ya da her daim orada bulundurdukları arasında kaç manga ya da kaç bölük koruma oluyor, o konuda bir bilgi verilmedi. Ama, mutlaka vardır. Koruma işini doktorlarla hemşireler üstlenecek değil ya!

Şimdi gel de şunu söyleme: 

Ölüm nasıl bu beyzade ile, örnek olsun, beni aynı haşmetle vurmayacaksa, salgın da öyle yapacak elbet. Malı mülkü, adayı hanayı yığmış olanlarla çulsuzları bir tutmayacak. Hayatın kendisinde adalet yok çünkü. Üstelik durduk yere adalet de sağlanmıyor. “Hayat denilen kavgaya girdik” diyebiliyor ve çelik adımlarla yürüyebiliyorsak, ne âlâ!