Sözlü tarihe başlangıç

Aslında, başlangıç değil de “başlangıç niyetine” demek daha doğru olurdu galiba. Öyle demiş sayıyorum kendimi. Okur dostların da buna itiraz etmeyeceklerini umuyorum.

Ne zamandır, yapılsa iyi olur, iyi olur ne söz, yapılmaması büyük eksikliktir, diye ileri sürdüğüm, ileri sürdüğümde de kimsenin “bu da nereden çıktı” yollu itirazlarıyla karşılaşmamış bir niyettir. Hepimiz, herkes, yaşını başını alıyor, kimin daha ne kadar alacağı belli olmaz, dolayısıyla, kimsenin yaşadığı yanında kalmasın, sonradan gelenlerin dağarcığında da belli bir güvenilirlikle yer etsin diye ortaya atmışızdır, o halde, kayda değer bir zahmeti olmayacak, kimsenin taş atıp kolunun yorulacağı yok, bir adım atmaya bakar. Geçen hafta da bu havada bir yazı yazdıktan sonra, bir adım daha atalım bakalım.

Bir adım atarken, belleğimde bir fotoğraf var, oradan yola çıkmayı tasarlıyorum. Ama öyle tuhaf, güçsüz bir bellek ki benimkisi, bu fotoğrafta var olduğunu düşündüğüm üç kişinin üçünün de orada, o karede olup olmadığını hatırlamakta güçlük çekiyorum. Tuhaflık şurada, üç kişiden birinin orada olup olmadığından emin değilim daha da tuhafı, orada bulunduğuna emin olmadığımın hangisi olduğunu da belli bir kesinlikle söyleyemiyorum. Tıpkı, geçen hafta Mihri Belli’nin ölü bedenine ilişkin vasiyetini nerede okuduğumu hatırlayamayışımı pek büyük bir sahicilik göstergesiymişçesine yineleyerek yazdığım gibi… Oysa bizim çocuklar, kuşkusuz beni utandırmak için değil, bir teknik aksaklığı gidermek için yazışırken, o bilginin burada, soL’da yayımlanan bir haberde yer aldığını yazmışlardı da, şaşıp kalmıştım. Her neyse, yıllar uç uca eklendikçe tabiat hükmünü icra ediyor, deyip geçelim.

Aşağı yukarı 1981 ya da 82 yılından, belki de 83’ten kalma o fotoğrafta üç kişi var. Üç profesör bu kişiler. Buraya kadar hemen hemen kesin de, bundan sonrası biraz karışıyor belleğimde. Ama, bu karışıklığı hesaba katmak kaydıyla devam edersek, nevzuhur YÖK’ün ya da onun arkasındaki sıkıyönetim komutanlığının süregelen baskıcı uygulamalarını protesto ederek üniversitedeki görevlerinden ayrılan üç profesörün birlikte yer aldıkları bir fotoğraf karesi gözlerimin önünde profesörler gerekçelerini açıklıyorlar, falan filan…

Onlardan biri, Üstün Korugan bir tıp profesörü. Öbürü, Oya Köymen bir iktisat profesörü. Üçüncüsü de, işte belleğimin bana oyun oynayıp oynamadığından, o fotoğrafta bulunup bulunmadığından kuşkulandığım, Rona Aybay, bir hukuk profesörü.

Bu kişilerden ilki, benim tiyatro, daha doğru yahut kesin adlandırmasıyla, pantomim öğretmenim. İkincisi, iktisat öğretmenim üçüncüsü ise hukukçu olarak bilinmekle birlikte, hukuk öğretmenim değil de, siyaset ve siyaset tarihi öğretmenim. O fotoğrafı görüp güçsüz belleğime kaydettiğimde, hem üçünün bir araya gelmesi hem de üçünün birden öğrencisi olmam ne büyük bir şans, demiştim kendi kendime. Hatta, kendi kendime demekle kalmadığımı, bu gönendirici rastlantıdan hem nesir hem nazım olarak söz ettiğimi de hatırlıyorum.

Bu üç sevgili öğretmenimden ilki, aramızdan göçmüştür göçeli, nerdeyse bir on yıl kadar oluyor, yok yok, daha da fazla. Benim kendisiyle öğretmen-öğrenci, daha doğrusu, usta-çırak ilişkim 1960’lı yılların ilk yarısındadır tarihimize “görkemli 61-71 dönemi” diye kaydettiğimiz yıllarda. Bir sözlü tarih çalışmasına başlangıç niyetine yazdığımıza göre, yerini yurdunu da kayda geçirmeliyiz. Yer, Çanakkale’dir o günlerde nüfusu 19 bin kadardı en son geçen yıl gittiğimde, girişteki o bildik levhada, 103 bin yazıyordu, 4 bin mi yoksa… Bir “Gençlik Tiyatrosu” vardı, hatırladığım kadarıyla belediyenindi ve gerçekten gençlerin elindeydi. Biz lise öğrencileriydik, Üstün ağabey ve arkadaşları ise üniversite öğrencileri… Pantomim çalışıyor, tamamı sözsüz oyunlardan oluşan ve bir iki saat süren gösteriler sergiliyorduk. Seyircilerin gösteri başladıktan onbeş yirmi dakika sonra sabırsızlanıp “bunlar ne zaman konuşacaklar” diye birbirlerine sorduklarını sahneden işittiğimizde kıkır kıkır güldüğümüz, biz sahnede gülüştükçe hocamız ve rejisörümüz Üstün ağabeyin dellendiği oyunlar… Kuliste ve sahnede çalışırken, tiyatronun yanı sıra, her türlü komünistliğin de anlatılıp konuşulduğu bir özgürlük mekânı… Zaten, tiyatronun olduğu yerde komünistliğin olmadığı pek görülmemiştir.

Böyle demişken, geçen yıl başımdan geçeni anlatmamış olmaz.

Memleket ahalisinden gidip oy veren her on kişiden yaklaşık altısının, evet, bu anayasa değişikliği iyidir, pek güzeldir, bizim hayrımızadır, dediği 12 Eylül oylamasının hemen ardından gelen haftada oradaydım. Bizim Çanakkale ise, tam tersine, memleket ahalisinin dediğinin tersine ve daha da fazlasıyla hayır demişti de, “ulan, helal olsun, sevdiğimiz, sevmekle kalmayıp vurulduğumuz Çanakkale’ye de böylesi yakışırdı” diye sokaklarında birkaç gün boyunca volta atmıştık. İşte o voltaların birinde, bizim kırk yıl önceki Gençlik Tiyatromuzu ararken, kuvvetle muhtemel burasıdır diye yönelip rastladığımız yaşı hatırlamasına elverişli görünen, kavruk bir adama sormuştum: “Kardeşim, 45 yıl kadar önce, burada bir Gençlik Tiyatrosu vardı, hatırlıyor musun?” Kafasını kaldırıp bakmış ve şöyle demişti: “Valla abi, ben 44 yaşındayım ama, o dediğin tiyatrodan bahsedildiğini çok duymuşumdur. Benim bildiğim zamanlarda, oraya hep tanınmış sanatkârlar gelirdi, İbrahim Tatlıses, falan… Şimdi o da kalmadı.”

Bu benim geçen yılki yeniden keşif mi desem, eski güzel günleri hatırlama mı desem, bu tür amaçlar taşıyan gezimin yıkıldığı an oldu. Birkaç gün daha orada kalmak zorundaydım, kaldım ama bir daha hiçbir yere gitmedim, hiçbir yeri aramadım. Sadece, sahildeki o lokantaya dadandım kırk elli yıl önce de pek güzel balık yaparlardı, şimdi de yapıyorlar bununla birlikte, herkes bilir, ne kadar güzel yapılırsa yapılsın, kuru kuruya balık hiç yenmez…

Başlangıç niyetine denilse de bu yazdıklarımın sözlü tarih çalışmasının ciddiyetiyle bağdaşmayacağını söyleyecekler olursa, ne diyebilirim! Doğrudur muhtemelen. Üstelik, o başlangıca vesile olan fotoğraftaki öteki iki hocamızdan da pek söz etmemiş olduk. Lakin, hiç değilse adıyla birlikte ilişkimizin mekânından ve konusundan söz ettiğimiz hocamız, şimdi aramızda değildir. Bu yüzden, umarım, Üstün ağabeyimize bu kadarcık olsun iltimas geçmemizi hem öteki iki hocamız hem de dost okurlarımız hoş görürler. Üstelik, yıllarca, yahu bir gün gidelim, kapısında duralım, bak bakalım ağabey, beni tanıdın mı, diye soralım deyip de dediğimizi hiç yapamadıktan sonra…