Sövgü ile Ödül

Hemen hemen eşzamanlı olarak yürürlüğe giren iki kararın hatırlattığı eski bir sövgüden söz edeceğim.

Kararlardan biri bir ödülün verilişi ile ilgili. Öbürü ise çok eski bir hükümet kararını ortadan kaldırıyor. Zamanın birinde yurttaşlığı elinden alınarak bir insana verilebilecek en aptalca, aynı zamanda en kabul edilemez ceza, üstelik de yürürlükteki kurallar kabaca çiğnenerek verildikten sonra neredeyse ülkemizdeki ortalama insan ömrü kadar bir süre geçmiş ve çoktan ölüp gitmiş olan o insana "Eh, haydi bakalım, seni yeniden yurttaş yaptık!" denilmiş.

Şu sıralarda yapılmakta olan ve bundan sonra yapılacak birtakım işler için ne kadar güçsüz, ne kadar ahmak, ne kadar kendini bilmez de sayılsa "sol"un desteğine, katkısına, hiçbiri olmuyorsa sessizliğine ihtiyaç var. Çoktan ölüp gitmiş o insanın adı ise "solcu" diye anılanların gözünde tartışılmaz bir saygınlığa sahip. Dolayısıyla, o saygınlığa sahip insana ilişkin olarak, şimdiye kadar ısrarla karşı çıkılmış ya da yan çizilmişken, salt o karşı çıkışların ve yan çizmelerin etkisiyle çarpıcı hale gelmiş bir kararın alınmasıyla, istenen desteğin ve/veya sessizliğin sağlanması düşünülmüş olabilir.

Bir de şair Nihat Behram'ın dikkatimizi çektiği bir yanı var konunun. Gelecek yıl İstanbul "Kültür Başkenti" olacak. Buna ilişkin pek çok siyasal ve ekonomik yatırım yapılıyor. Paracıklar gelecek, şan şöhret gelecek, bunlar olup biterken, şiir okumaktan içeri girmiş bir başbakana sahip memleketin Avrupa'da şurada burada en tanınmış şairi dillere dolanacak. Oysa, o şair ölümünün üzerinden onca yıl geçmişken hâlâ yurttaş bile değil. Bu çok can sıkıcı olabilir ve hem gelmesi beklenen paracıkların hem tantananın azalmasına yol açabilir. Neden olsun ama? Böyle bir riski almaya ne gerek var? Alt tarafı üçbeş imza değil mi? Atarsın, attırırsın işte sana iş bitiricilik!

Bunu yaptılar ve Nâzım vatandaş oluverdi!

Aşağı yukarı aynı günlerde, sadece kendisi değil oğulları da hükümetin ve hükümet ahalisinin takdirlerine mazhar olmuş bir yazarımıza da kültür ve sanat alanında ilgili bakanlığın büyük ödülü layık görüldü.

Çetin Altan, büyük ödül, vatandaşlık, Nâzım Hikmet sözcükleri bir araya gelince de benim aklıma pek eski bir sövgü yazısı takılıverdi.

Nâzım Hikmet 17 Haziran 1951 günü İstanbul Boğazı'ndan geçen bir Romen gemisine binerek ülkesini terk etmiş üç gün sonra da nerede olduğu Bükreş Radyosu'ndan duyurulmuş.

Şimdi uzun uzun alıntılayacağımız yazı ise 5 Temmuz 1951 tarihli "Yeni Adam" dergisinde yayımlanmış. Bizim kaynağımız, derginin kendisi değil. Memet Fuat'ın Nâzım Hikmet adlı kitabının Ekim 2000 tarihli ikinci basımından ve 569-71'inci sayfalardan aktarıyoruz.

Daha 24 yaşındaki, çok genç ve tanınmayan, Çetin Altan adındaki yazarın "Nâzım Hikmet'in Kaçışı" başlıklı yazısı, olayı "Nazım Hikmet'in şahsı bakımından" incelemeye şöyle başlıyor:

"(...) Yeni Adam'ın 656. sayısında bu konuya adamakıllı dokunmuş ve Nâzım'ın göründüğü kadar samimi, mert ve kudretli bir şahsiyet olmadığını tebarüz ettirmek istemiştik. Filhakika o tarihlerde komünist şair açlık grevine girmiş ve hapisten çıkarılıncaya kadar bu greve devam edeceğini ilan etmişti. Halbuki aradan aylarca zaman geçtiği halde af kanununa kadar hapisten çıkarılmadı ve bal gibi yaşadı. İdealist bir insan böyle blöflere sapmaz ve şantaja yanaşmazdı.

"Nâzım'ın bugün demirperde gerisinde votka çekerek verdiği nutuklar da karaktersiz ruhunun, inançsız ifadelerinden başka bir şey değildir. Lehte veya aleyhte dünya radyolarının, dünya basınının kendisinden bahsetmesini sağlamıştır. Ama bu reklam için bir Anavatan feda etmiştir bu yaratılışta insanlara böyle mefhumlar vızgelir.

"(...) Nâzım eğer hakikaten mert bir insan olsaydı vatanını terk etmeye tenezzül etmezdi. Vatan ne pahasına olursa olsun bırakılmaz. Vatan, kötü idare edilse de, düşman istilasına uğrasa da, geçim temin etmese de gene bırakılmaz. Değil Nâzım gibi bir kapris uğruna, böyle büyük zorluklar karşısında dahi vatanı terk edenler küçük, iradesiz, güçsüz insanlardır.

"(...) Padişahlık kaldırılır, Cumhuriyet kurulur, demokrasi mücadelesi yapılır, basın hürriyeti için çarpışılır, fakat bütün bunların hepsi vatan içinde olur. Bu uğraşmalarda, bu didinmelerde haksızlıklara uğrayanlar, hapislere atılanlar, idam sehpalarını boylayanlar olmuştur. Ama bunların hiçbiri tarih karşısında vatan haini damgasını yememiş, düşmanla birleşmemiş, Stalin gibi bir haydudun uşaklığına düşmemiştir. Nâzım'ın Romanya'ya kaçmakla gösterdiği haysiyet ve şerefsizlik daima lanetle yadedilecektir."

Atladığımız bölümlerde genç yazarın herhalde henüz pek az sayıda olan okumalarından yola çıkarak yaptığı özetleme ve çözümleme denemelerine yer veriliyor bazı öykü ve romanlardaki kahramanların nasıl da vatanlarını terk etmediklerine ilişkin örneklerden söz ediliyor.

Ardından, incelemenin ikinci bölümünü ya da bakış açısını oluşturan "hükümetin hatası" geliyor. O da şöyle:

"(...) Nâzım'ın Türkiye'yi terk etmek niyetinde olduğunu bana ilk defa Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu söylemişti. Varşova'daki bilmem hangi komünist teşekkülüne ikinci başkan olarak seçilmiş.

"Ağaoğlu'na 'Müsaade edecek misiniz?' diye sormuştum. 'Evet, canının istediği yere gitsin,' demişti. Hatta bir de Nâzım'ın 'Hasret' şiirini okumuştu. Sonradan hadiseler Ağaoğlu'nun sözlerine pek uymadı. Nâzım'a pasaport verilmedi, askerlik hikâyeleri çıktı. Bunun üzerine, Nâzım'ı tutanlar, 'Adamcağız hasta, İsviçre'ye gidip tedavi olacak, pasaport bile alamıyor,' gibi propagandalar yaptılar.

"Ben şahsen, kim nereye gitmek istiyorsa, gitmesine izin vermenin doğru olacağı kanaatindeyim. Bunun tehlikeli bir tarafı olacağını da sanmıyorum. Memleketi istemeyenin canı cehenneme... Zaten diğer milletler de böyle yapıyorlar. Ayrıca hukuk yönünden de bunun böyle olması lazımdır. Zorla güzellik olmaz. Ayrıca Türkiye'yi tanımayanların, şartlarını bilmeyenlerin kafalarında da memleketimize dair bazı tuhaf düşünceler uyanmaz.

"Diğer taraftan, bir kimsenin harice çıkmasına hükümet müsaade etmedi mi, artık o kimse her ne pahasına olursa olsun memleketten kaçamamalıdır.

"Halbuki ben daha dün Sayın İçişleri Bakanı Halil Özyörük ile konuştum, kendisi Nâzım'ın nasıl kaçtığının bile daha anlaşılamamış olduğunu söyledi.

"Nâzım Hikmet'e evvelce izin verilmemesi hukuken sakattır. Kaçmasına mani olunamaması ise emniyet işlerindeki laubaliliğe delalet eder."

Bu satırların yazarı, Şubat 2009'un başında "Kültür ve Sanat Büyük Ödülü"nü alırken

Aya İrini'de yaptığı konuşmada şöyle demiş: "Gönül ister ki, elli yıl sonra bu ödüle benim adım için 'büyük yanılgı olmuş' denmesin."

Kıdemli yazarın gönlünün bu isteği yerine gelecektir. Ödülü verenler ve alan açısından herhangi bir sorun görünmüyor.

Öylece seyredip duranlar, "Hele bakalım kim, kime, ne ödülü veriyor?" türünden sorular sormaya başladığındaysa, ortada gönül mönül kalır mı, bilinmez.