Sormadan Olmaz

Hayatı, onun gerçekleştiği dünyayı, hepsinin gelmişini geçmişini anlamak, geleceğiniyse üç aşağı beş yukarı kestirmek için soru sormanın önemi üzerine yazmak değil asıl niyetim. Bunun üzerine sayfaları bırakalım, kitaplar yazmak mümkün kuşkusuz üstelik o kadar çok yazıp geride daha bir yığın eksik ve yanlış bırakmak da şaşırtıcı sayılmaz. Dolayısıyla, önce sınırları çizmek gerekiyor.

Yine de, sınırları çizmeye girişmeden önce ya da çizmeye girişirken, aklıma geliveren satırları buraya yazmakta ne sakınca olabilir, sözü biraz uzatmaktan başka? O da, zaten, pek bilinen huyumuzdur. Eksiğimiz midir, bilmem. Çok söz söylemenin ne zararı var? Hele hele, söylenirken bir de yazılıyorsa, söz gider yazı kalır öğüdüne uygundur, kalacağı bellidir, kaygılanmak gerekmez, o yitip gitmeyen yazıya bakarak isteyen istediğini yapar yeri ve zamanı geldiğinde.

Hemen aklıma geliverenler, şiir satırları dize diyorlar, eskiden mısra denirdi, hâlâ da öyle söylendiği oluyor.

“nasıl yaşar insan susarak
silmeden gözyaşını önlerdeki bir bayrağa
kimler besleniyor genç çocuk etleriyle
akan kanlar nereye gidiyor
sormadan bu soruları
sorup da sarılmadan soğuk demire
sarılıp da boşaltmadan çiçekleri
binlerce yılın birikmiş ahları olarak
bütün soruların içine
nasıl yaşar adam olan”

Bunlar, yazan pek öyle olmasa da, biraz şairane görünüyor, denebilir. Diyenler büsbütün haksız sayılmazlar. Daha doğrudan, daha yalın yazılmışlardan biri olarak, Brecht’in pek tanınmış şiiri geliyor aklıma, “Okumuş Bir İşçi Soruyor” başlığını taşıyan bilmeyen, çok azdır. Şairimiz A. Kadir Türkçeleştirmişti ve şöyle başlıyordu:

“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?”

Tam da okumuş bir işçinin iyice keskinleşmiş aklını yansıtır yansıtmasına da, hepsini yazmayalım, son dizeleriyle yetinelim:

“Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kimler zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?”

Bu yazıdaki sınırımız şudur, aslında şiirlerden yardım alarak yaptığımız girişe de uymaz, ilk bakışta uymaz, demek istiyorum: Hem toplumsal kurtuluş mücadelesinde yapıp ettiklerimizin cılızlığını, pek acımasızca göründüyse, cılız görünüşünü irdelerken, hem de o mücadeleyi bugüne kadar olduğundan çok daha gelişkin bir güçle sürdürmenin yolunu yordamını araştırırken, mutlaka sormamız gereken, sormadan yol alamayacağımız, yol aldığımızı sandığımızda ise bu sanının hiçbir temele dayanmayacağı birtakım sorular var mıdır? Varsa, bunlar nelerdir, ya da bu kadar kesinlikle formüle edilemiyorsa, ne tür, neye benzer sorulardır?

Sınırları, dolayısıyla kaçınılmaz soruların ilgili olacağı alanı biraz daha belirginleştirmek için, birkaç ölçüt daha yazılabilir.

Biri, örneğin, zaman ile ilgili olsun ve “tam da bugün” demek gibi bir kestirmecilik yapmayıp anlatımı biraz daha genişletelim: O toplumsal mücadele dediğimiz sürekli uğraşın, kırk türlü engelden, baskıdan, yıkımdan sonra hâlâ sürdüğü, ama bütün o olumsuzlukların sonucu olarak, geçmişteki birçok döneme oranla mücadelenin konusunu ya da dönüştürmeyi amaçladığı nesnesini oluşturan toplum üzerindeki etkisinin önemsiz düzeyde kaldığı bir zamanda kendimize yöneltmek zorunda olduğumuz sorulardan söz ediyoruz.

Soruların ilgili olacağı alanı biraz daha belirginleştirebilmek için bir başka ölçüt yahut sınır çizgisi daha koyalım ve şöyle diyelim: Yukarıdaki şiir biçimindeki sorular, yazıya bir giriş olsun diye hatırlatılmış, içinde yaşadığımız dünyanın düzenine ilişkin olarak ya bize sordurulmayan ya da bir biçimde gündeme geldiğinde yalan yanlış, saçma sapan, saptırıcı yanıtları hemen yapıştırılıveren sorulardı. Brecht’in şiirinin başlığında dediği türden, okumuş, okumaya başlamış bir işçinin sorularıydı. Şimdiyse, okumakta biraz yol almış, ayrıca bu okuma işini epeydir içinde yer aldığı mücadele sırasında yapmış ve mücadelenin ulaşmış bulunduğu aşamadan hoşnut olmayan bir emekçinin soruları söz konusudur. Bu durumda, öyle bir emekçinin, kendisine soru sorarken, aynı ya da benzer soruların, daha ilkel biçimde başkaları tarafından da sorulduğuna tanık olması ve onlara da kayıtsız kalmayıp yanıt yetiştirmeyi bir görev olarak üstlenme eğilimini göstermesi beklenir.

Bununla birlikte ve tam da söz buraya gelmişken, bir üçüncü sınır çizgisini daha belirtmek gerekiyor. Sormadan olmaz denilen soruların yanıtlarına ilişkin herhangi bir çaba, bu yazının sınırları dışındadır. Şu basit nedenle: O yanıtların tek bir yazıda verilmesi mümkün değildir hatta, bu tür pek çok yazının art arda yazılması ve bir araya gelmesi de yetmeyebilir. Doğru ve/veya geçerli yanıtlara ulaşmak, apayrı bir iştir üstelik, çok sayıda insanın bireysel ve ortaklaşa çabasını gerektirir.

Artık bazı soruları yazabiliriz. Yazarken herhangi bir öncelik sıralaması gözetilmiş değil ayrıca, bunların bir bölümünü saçma, gecikmiş ya da yeterince yanıt verilmiş kabul ederek bir kenara itmek, bir bölümünü ise çok erken olduğunu düşünerek gündeme almamak mümkündür.

Çok uzamış bir ömür sürüyor olsa da, kapitalizmin sürekli çuvalladığı, bu çuvallayışların sıklığının ve şiddetinin git gide arttığı, az çok anlaşıldı ve bu anlaşılma küçümsenmeyecek bir yaygınlık da kazandı. Anlamanın ne demek olduğu sorusu varlığını korumakla birlikte, burası, bu kadarı tamam. Peki, ya pek kısa bir ömür sürmüş olan sosyalizm, o çuvallamadı mı? Hem de ne çuvallayış, onunki büsbütün görünmez olup sahneden çekiliş ile ortaya çıkmadı mı? Bu duruma ilişkin hiçbir açıklaması olmayanın, onu üçbeş klişe ile geçiştirenin inandırıcılığı ne kadar olabilir? “O çuvallayan, sosyalizm değildi ki…” diye başlayıp yok Stalinizm, yok bürokratik diktatörlük, yok bilmem ne diye uzayıp giden yanıtlar ise söyleyenlerin bile önemli bir bölümünü ikna etmekten uzaktır.

Ayrıca, “çuvallama” sözcüğünü yukarıda art arda beş kez kullanırken teslim olduğumuz argodan kurtulmaya çalışırsak, şunu da sormadan durabilir miyiz: Yirminci yüzyılda iktidarı aldıktan sonra, yapabileceğini düşündüğü ve iddia ettiğini gerçekleştirmekte önemli ölçüde yetersiz kalmış olan sosyalizm, bizim haklı olarak ileri sürdüğümüz gibi emekçilere bugün mumla aradıkları kazanımlar sağlamanın yanı sıra, hiç mi kavgacılık kazandırmamış ki, ne çözülürken kayda değer bir direniş ortaya çıkmıştır ne de çöküşün üzerinden birkaç on yıl geçmişken o coğrafyalarda hâlâ bir devrimci çıkış görülebilmektedir?

İlk yazdığımız önemli bir soruysa eğer, onunla bağlantılı şöyle bir sorunun da çıkageleceği kuşkusuzdur: Hadi, ahali, ister bizim memlekette, ister dünyanın dört bir bucağında olsun, kapitalizmi üç aşağı beş yukarı anladı, diyelim, hiç anlamamış olmaz, mümkün değildir, çünkü kuşaklar boyu onun tarafından dümdüz edilip durmaktadır. Peki, aynı ahali, sosyalizmi nerden anlayacak, kitaplar, bir de onu anlatmaya çabalayan sayıları pek azalmış insanlar ve onların örgütlerinden okuyup dinledikleri dışında, nerden görüp anlayacak? Yoksulluk ile yoksunluğun dizboyu sürüp gittiği kahraman Küba’dan mı, yoksa emekçilerin köhnemiş kapitalizmden daha beter süründükleri Çin’den mi, ya da Fransız ve Amerikan emperyalizmi karşısındaki olağanüstü zaferinden geriye ne kaldığı anlaşılmaz olmuş Vietnam’dan mı?

Sosyalizm amacını güden, bunu açık açık ve dolayımsız, ertelemesiz, aşamasız olarak dillendiren hangi siyasal örgüt, bırakalım az çok kök salıp süreklileşmiş örgütleri, hangi eğilim, siyasal çizgi yahut topluluk kaldı? Onların sesini, mücadelesini, mücadele çağrısını, kendi ülkelerinde, bölgelerinde ve dünyada kaç tane emekçi, hangi sıklıkta duyuyor ve ne kadar etkileniyor? Bizim buralarda ve dünyanın her yerinde?

Yineleyerek sürdürelim: Sosyalizmi dillendirmeye devam edenleri dinleyen kaç emekçi var, üstelik onların da ne kadarı etkileniyor, etkilenip de ne yapıyor? Yukarıda yanıtlar ayrı, onların yeri ve zamanı değil, dediysek de, birbirini izleyerek sıralanıp gelen bu sorulara, en azından önemli bir bölümüne verilebilecek yanıtların apaçık bir olumsuzluk taşıyacağını söylemekte bir sakınca yok. Şimdi, hemen ardından gelecek başka bazı soruları da yazabiliriz.

Anlatılanları dinleyenlerin, öyle laf olsun diye değil, can kulağıyla dinleyenlerin sayıları pek yetersiz ise, bunda anlatanların yeteneksizliği mi, dinleyenlerin isteksizliği mi daha etkili olmaktadır? Bu sonucun doğmasında, anlatanların kullandıkları araçların yetersizliği mi asıl etkendir, tam da öyle değilse, elverişli araçlara ulaşmaları kapitalizmin egemenleri tarafından engellenmekte midir ve bu engelleri aşmanın çaresi mi bulunamamaktadır? Yoksa ne anlatanların becerisi, ne dinleyenlerin isteği, ne araçlar, ne şunlar, ne bunlar, hiçbiri değil ya da hepsinden önemlisi, anlatılanlar mı yanlış, eksik ya da dinleyenler açısından çekicilikten uzaktır?

Birbiri ardına sıralanan bu sorularla kuşkusuz ilintisi bulunmakla birlikte, onlardan farklı olarak, anlatma-dinleme, gösterme-görme, açıklama-anlama diye tanımlanan ilişkinin ya da alışverişin kendisi mi hatalıdır bu tanımlamaların ikinci sırasında yer alanlar, dinleyenler/görenler/anlayanlar açısından bir edilgenlik içermektedir de, pek çok emek verilmesine karşın, mesafe alınamamakta yahut olsa olsa bir arpa boyu yol gidilebilmektedir?

Buraya gelmişken, bizim o eski sorumuz da elbet akıllara takılır. Anlatmak ile göstermek arasında bir fark vardır ve bu fark bizim memlekette daha fazladır, diye düşünmüşüzdür eskiden beri. Bizim memleketin farklılığı argümanını abartmanın dışında çok da yanlış sayılmaz. Peki, neyi göstermek? Sosyalizmin neleri değiştireceğini, bir. Bu noktada birkaç on yıldan bu yana bir şanssızlığımız olduğuna yukarıda değinmiştik. Mücadelenin nasıl yapılacağını, anlatmak değil, göstermek, iki. Bu mücadeleyi yürütecek, sonunda da sosyalizmi kurmaya girişecek insanın neye benzeyeceğini, nasıl biri olacağını, olması gerektiğini göstermek, üç. Bunları belli bir somutlukta gösterebilmeyi az çok becermeden, salt sözlerle anlatmak, ne kadar inandırıcı olabilir?

İşte size iç içe geçerek çoğalmış bir yığın soru. İsteyen elemeden geçirir ve yenilerini ekler, isteyen yanıtları üzerinde kafa yorar, isteyen her ikisini birden yapmaya girişir ve herhalde en iyisi de bu olur. Hiçbiri yapılmadığında ise, eyvah ki eyvah, fakire ekmek olacak kadar bile ümidi kalmamış Memetlere dönmüşüz demektir.