Sora sora…

Son günlerin en can acıtıcı olayından başlayarak bazı sorular soralım. Öyle, çok zorlu, çetrefil değil, hemen akla gelebilecek, hatta safça sayılabilecek sorular…

Diyelim, Gaziantep’teki, uğrunda gerçekleştirildiği ileri sürülebilecek en dokunulmaz amacı bile değersizleştireceği kesin olan vahşi saldırı, PKK ya da onun denetimi dışında davranması düşünülemeyecek örgüt ve kişiler tarafından yapıldı. Bunun yapanlara sağlayacağı kazanımlar neler olabilir?

Örneğin, o siyasal özneye atfedilen ve son zamanlarda yol kesme, adam kaçırma, “vur kaç değil, vur kal” diye adlandırılan eylemleri dolayısıyla çokça dile getirilen, ülkenin her tarafında devletin dışında bir ikinci güç, belli yerlerde de devleti ikinci plana atan asıl güç olunduğuna yönelik bir izlenimin oluşturulmasına katkı sağlayabilir mi? Yok ettiklerine bakıldığında, izin kullanmakta iken eşi ve küçük çocuğuyla herhalde bayram gezmesi yapmakta olan bir asker dışında devletle ilgili kimse bulunmadığına göre, “hedefi ıskalamış”, üstelik güç gösterisi yapmak ve korku salmaktan çok, çoluk çocuğu kırarak nefret yaratmış bir saldırıdan bu tür bir katkı beklenebilir mi? Hele hele sivillere yönelik saldırılar yapılmayacağı yakın zamanlarda ısrarla vurgulandıktan sonra, çocuklarımıza ad olacak kadar hayatımıza girmiş sözcüğün anlamına bile zarar veren böyle bir “eylem”, herhangi bir siyasal öznenin devletle güç ve güvenilirlik yarıştırma iddiasıyla bağdaşabilir mi?

Bu son soruya evet yanıtı verebilmek için devletin karşısındakilerin ne yaptığını bilmeyen karmakarışık bir çapulcu grubu olduğunu söylemek gerekir. Zaten, art arda sıralanan sözlerin mantığı açısından gerekli olduğu sanılırken kendileri mantığa aykırı düşen bu tür sözler çok söylenmiştir ve hâlâ söylenebilmektedir. Ama, en düşük düzeyde inandırıcılık için, gücüne erişilmez yüce devletin nasıl olup da otuz yıldır bir çapulcu güruhunu etkisizleştiremediğinin, “tam da şahlanmak üzere olan Türkiye’yi köstekleme peşindeki dış güçlerin desteği”nden daha ciddi bir açıklamasını yapabilmek de gerekir.

Kısacası, bu tür gözü dönmüş bir saldırının, yakın zamanların çok kullanılan terimi ile bir “sahte bayrak” gösterme operasyonundan illegal Kürt hareketinin iler tutar yanı olmayan bir eylemine kadar değişen bir yelpazedeki farklı açıklamalarının bulunması mümkündür öyle de olmaktadır. Fatih Yaşlı’nın Salı günkü soL yazısında olasılıkların çoğunu hesaba katan bir döküm verilmişti. Ama, olaydan iki gün sonra yapılan TKP açıklamasında belirtildiği gibi “(…) bombayı sahiplenen olmaması, bir şeyi değiştirmemektedir. Bomba bugün coğrafyamızda yaşanan gerginlik ve trajedilerle hiç ilgisi olmayan insanların ölümüne ya da yaralanmasına neden olduğu gibi Lübnan'ı, İran'ı, Irak'ı, Suriye'yi ve Türkiye'yi içine alan mezhepsel ve etnik bir bölgesel savaşa doğru gidişi daha da hızlandırmıştır.

Bu gidişat ne Araplar, ne Kürtler ne de Türkler için bahar olabilir.”

Tamam, sorularla devam edelim.

“Arap Baharı”nın pattadak bitmesi mümkün müdür, böyle bir olasılık var mıdır? “Pattadak” sözcüğü, birdenbire, beklenmedik bir anda ve biçimde anlamlarını taşıyor. Gerçekten öyle bitebilir mi? Buradan, her şeye kadir emperyalizmin planladıkları sonuna varmadan kimse kıpırdayamaz, anlamı çıkmaz kesinlikle. Sadece, bu kanlı bahar daha epey sürecek, direnenler olduğu ve daha da olacağı için, ayrıca bu direnenler etkeniyle de bağlantılı olarak emperyalizm hiçbir zaman kadiri mutlak konumda bulunmadığından, bitmek bir yana, yayılacaktır olayların bu yönde ve biçimde bir gelişme gösterme olasılığı yüksektir, demiş oluyoruz.

Peki, öyle birdenbire, nereye bağlandığı belli olmadan bitmesi söz konusu değilse baharların, önlerine getirilecek halk adları neden çoğalıp çeşitlenmesin? Bu tür bir çoğalıp çeşitlenme emperyalizmin çıkarlarına zarar mı verir, yoksa kolay kolay denetimi ve güdümü altına alamayacağı artık anlaşılmış bulunan bölgesel ve bölge dışı güçleri değişen ölçülerde zayıflatma gibi bir sonuç mu verir?

Bu noktada, biraz daha içeriye ilişkin soruları akla getirip sonra devam etmekte yarar var.

Böyle deyince, ilkin, AkParti-AsParti koalisyonunun bileşiminde, daha doğrusu, güç ve görev değişiminde ortaya çıkan çarpıcı sayılabilecek değişimi göz önünde bulundurmak gerekiyor. “Çarpıcı” değil, “çarpıcı sayılabilecek” demenin gerekçesi şu: Her koalisyonun bir çatışma sürecini içermesi ve bu sürecin sonunda çatışan taraflardan birinin üstünlük sağlarken ötekinin ya da ötekilerin güç/saygınlık/moral kaybına uğraması, görülmemiş, dolayısıyla beklenmedik gelişmeler değildir. Bu yüzden, o tür gelişmeler sonunda doğacak sonuçların hemen hiçbiri tek başına bu sözcükle anlatılabilecek ölçüde çarpıcı değildir. Bu kez ortaya çıkan koalisyonda da öyle olmuştur zaten, daha Kasım 2002 seçim sonuçları açıklandığı gün, AkParti’nin “şanslı” bir yola çıktığının ipuçları, kendisi henüz pek farkında olmasa da, ABD’den bu sonuçları hayra yoran zamanın erkânıharp reisi Özkök’ün dilinden verilmişti. Başlangıçta birtakım badireler atlatmakla ve bunlar beş altı yıl kadar sürmekle birlikte, 2008 yazındaki pek cılız ve kararsız kapatılma saldırısı da geçiştirildikten sonra, koalisyonun birinci ortağının ikinci ortağı te’dip ve terbiye süreci hızla işlemeye başlamıştır. Bu süreç artık tamamlanmış durumdadır en azından, bu vargıyı sarsıcı herhangi bir belirti yoktur. Bu arada, benim birçok kez yinelediğim için bilinen eğilimimi göz önünde bulundurarak, bir değinmeyi ihmal etmem doğru olmaz: Bu sonuca ulaşılmasında, niteliksizlikleri konusundaki yargımı değiştirmem için herhangi bir kayda değer verinin hâlâ bulunmadığını vurguladıktan sonra, AkP kadrolarının “çarıklı erkânıharp” görünümleriyle AsP’yi hizaya getirebildikleri saptamasını dillendirmek yerinde olacaktır. Başka bir anlatımla, çarıklı erkânıharp, postallı olanını alt edebilmiştir.

Derecesi ve kolaylaştırıcı etkenleri bir yana, bu başarının, sahibinde özgüven, dışarıdan izleyenlerin gözünde ise küçümsenemeyecek bir güçlülük izlenimi yaratmaması mümkün müdür? Mümkün değilse, bu başarıyla içeride ve dışarıda çifte güç kazanan bir iktidarın, kazanımlarını abartma eğilimine girerek ne yapacağı kestirilemez bir aktör olmaya doğru yönelmesi çok mu beklenmedik bir gelişme olur? Kendi tarafındaki bu tür kestirilmesi zor bir yönelişin yaratacağı ek belirsizlikler, emperyalist dünya açısından ne kadar hoş görülebilirdir?

Burada bir ayraç açarak az önce kazanıldığına değinilen “çifte güç” ile ne anlatmak istediğimi yazmalıyım galiba. Güçlerden biri, bildiğimiz güç. İkincisi ise “moral” sözcüğüne karşılık olarak birkaç onyıl önce önerilmiş, ama tutmamış öztürkçe sözcük olan “gönülgücü”nden geliyor. Demek, hem maddi hem de manevi yanları bulunan ve küçümsenmesi doğru olmayacak bir güçten söz etmiş oluyoruz.

Ayracı kapatıp devam edelim.

Öncekileri toparlayıcı sorularla devam edersek, konuşurken pek savaşkan eyleme gelince o ölçüde ürkek ve kararsız bir müttefik, savaşı kendisi yerine taşeronlarına yaptırmayı denemek isteyen emperyalist dünyanın önderi açısından, hem işe yarar hem riskli değil midir? Eğer öyleyse, birkaç yıldan daha uzun olmayan bir yakın gelecekte, tercihen, biraz burnu sürtülmüş bir AKP ile biraz silkinmiş bir CHP, olmadı, şu anki durumunu koruyan bir MHP, o da olmadı, bir hepsi birden milli koalisyonu, belirsizlikleri bir ölçüde zamana yayarak, süregiden kargaşadan en büyük yararı elde etmeyi düşünecek bir emperyalist önder için iyi olmaz mı?

Hatta, yakın gelecek sınırı biraz genişletilirse, bu varolan parti adları hiç ortalıkta dolaşmadan gerçekleşebilecek koalisyonlu ya da koalisyonsuz hükümetler çok mu imkânsızdır? Şimdilik fantezi gibi görünen bu tür olasılıkları düşünmekle, Türkiye’yi boş bir kaba benzetme yönünde çok mu ileri gitmiş oluruz?

Bitirmeden, bu yazının başına dönerek, ilk soruların kaynağındaki çözümsüzlük konusunda bir iki değinmeye yer vermekte yarar olduğunu sanıyorum. Yukarıda bir alıntı yaptığım açıklamada buna ilişkin birkaç satır da vardı aslında. Şöyleydi:
“Önce Irak, şimdi Suriye'de sürmekte olan emperyalist müdahalelerin yol açtığı boşlukların Kürtlere özgürlük getireceğine ilişkin düşünce de fazlasıyla iyimserdir. Halkları birbirine yaklaştırıcı politik hedefler olmaksızın, yaratılan düşmanlıklardan en fazla zarar göreceklerden biri yine Kürt halkı olacaktır.

Demokrasi ve özgürlük taleplerini emperyalist planların dışına çıkaramadıkça, Arap halklarını daha fazla kölelik beklediği de bir o kadar doğrudur.

Her bombalamadan sonra öfkesini Kürtlere yöneltmesi için siyasi iktidar ve medya tarafından koşullandırılan Türk halkı bu tuzağa düşmeye devam ettikçe, Türkiye'yi ateşin içine çekmek de ne yazık ki çok kolaydır.

TKP'nin çağrısı, etnik kökenlerle, dinsel ayrımlarla değil, gerçek tarihsel çıkarlar gözetilerek hareket edilmesidir.

Araplar, Kürtler ve Türkler için ortak düşman aranacaksa bu emperyalizm ve kapitalizmdir.

Suriye'yi karıştıran işte bu ortak düşmandır.

Savaş ortamını besleyen aynı düşmandır.

Bombalar patladıkça elini ovuşturan da…

En önemlisi, bu coğrafyanın insanlarını yoksulluğa, işsizliğe, sömürü ve yolsuzluğa mahkum eden de aynı düşmandır.

Bu düşmanı durdurmanın zamanı gelmiş, geçmektedir. Bu düşman din adına, etnik kimlikler adına, mezhepler adına konuşuldukça ipleri elinde tutmaya devam edecektir.”

İyi, güzel söylenmiş de, bunlar uzun süredir ve hemen hemen aynı çevrelerce söylenip duruyor ama, ne Türk ne Kürt siyasetçileri, asıl önemlisi, ne de emekçileri arasında etkili olabiliyor. O halde, hiçbir kayda değer etki yaratmayan sözleri söylemenin, o sözlerin temelindeki yaklaşımı sürdürmenin ne anlamı var?

Şeytanın avukatlığını yapan bu sorudan devamla yazalım.

Peki, şu ana kadar etkili olamadığı ileri sürülen bu sözler yerine, ne denmeliydi? Çağımızda, yahut, tarihin yaşadığımız bu döneminde, cinsel, dinsel, etnik kimlikler geçmişte benzeri görülmemiş bir önem kazanmıştır, hem nesnel olarak hem geniş kitlelerin gözünde böyledir o halde, devrimci, kökten dönüşümcü hareket ve örgütlenmeler de buna göre tavır almalı, söylem ve eylemlerini bu doğrultuda gözden geçirip değiştirmelidir, mi denmeliydi? Bir Kürt emekçisinin kendi sınıfından olan bir Türk emekçisi yerine kendisini sömüren Kürt patronu ve ağası ile birlikte davranmasının yadırgatıcı olmadığı, dolayısıyla bu doğallığı gözeten bir yaklaşım gösterilmeden onlara yönelmenin hem boşuna hem de haksız bir tutum olduğu mu kabul edilmeli, buna uygun mu davranılmalıydı? Kürtlerin kapitalizmle, emperyalizmle falan bir sorunlarının olmadığı, hatta Türkiye kapitalizminin içinde ve emperyalist dünyanın çıkarlarıyla uyumlu bir “kurtuluş”un da pekala mümkün ve kabul edilebilir olduğu mu benimsenmeliydi? Başbakanlık koltuğunda yaklaşık on yıldır oturmakta olan zatın, bir iki gün önce, resmi televizyon kanalında emir demiri keser tavırlı gazeteciler karşısında , “Kürt meselesi yoktur, terör sorunu vardır.” sözleri, başka kökenlerden emekçiler için olduğu kadar Kürt emekçileri için de kapitalist Türkiye’de herhangi bir kurtuluşun söz konusu olamayacağının mümkün olan açıklıkla anlatımı değilse, neydi? Bu sözlerin, sorun mu her neyse bizden önce vardı, biz onu çözdük, bundan sonra ezeceğiz, demekten daha olumlu bir anlam taşıdığı varsayılabilir mi?

Bu tür olumlamaları yapanlara devrimci, sosyalist, komünist bir yana, en genel ve belirsiz anlamıyla “solcu” demek bile dozu fazlasıyla kaçırılmış bir iltifat olmaz mı?

Doğruları söylemek ve doğruda durmak, o doğruları siyaseten güçlendirmeye ve kazanmaya yetmiyor elbet. Ama o ayrı konudur ve böyle bir yazıdan beklentiler arasında yer alması biraz haksızlık sayılır.

Sora sora, son günlerde olup bitenlere akıl erdirme konusunda birkaç adım yol alabilmişizdir umarım.