Sıkıntının çok ötesi

Dünyada kapitalizmin, belki de gereksiz bir titizlikle sıkça eklediğimiz sıfatla kapitalist emperyalizmin yahut emperyalist kapitalizmin, esaslı bir sıkıntı içine girdiğini sadece biz söylemiyoruz; kendileri de kabul ediyorlar. Yazar çizer takımının, eleştirel bakmaya, muhalif davranmaya yatkın ve alışkın olanların dışında, kurulu düzeni açıkça sahiplenenler de kabul ediyorlar. Üstü örtülü de olsa kabul etmek zorunda kalıyorlar, diyelim.

Başlarken, şu “sıkıntı” sözcüğü üzerinde biraz durmakta yarar var. Önceleri, asabım bozuluyordu bu yeni yeni yaygınlaşan sözcüğü işittiğimde. Sanki, güçlükleri, dertleri, sorunları, belaları küçültme, önemsizleştirme, katlanılabilir kılma yönünde bir çabanın ürünü gibi görünüyordu bana. Ürünü diyemesek bile, iktidar sahiplerinde var olan gerçekleri gizleme eğiliminin açık etkisiyle ortaya çıktığını düşünmemin bu asap bozukluğuyla bir ilgisi vardı. 

Şimdi şimdi, asap bozukluğum azaldı ve bu sözcüğe ısınmaya başladım. 

Birinci nedeni ya da sinirliliğimin ilk yatıştırıcısı, bu kullanımın halk arasındaki yaygınlığı idi. “Sokaktaki vatandaş” dediğimiz sıradan insanlardı bunu en çok söyleyenler. “Sıkıntı yok” diyorlardı ve böylece hem kendilerini aslında epeyce büyük sıkıntılar karşısında rahatlatıyor hem de bunu söyledikleri insanlara bir tür moral aşılamış oluyorlardı: Üzülmeyin, paniğe kapılmayın, vardır bir çaresi, birlikte çözeriz, demek istiyorlardı. Tümü değil elbette, böyle konuşanların içinde tüccarlar, sahtekârlar, insanları ayaküstü kandırma peşindeki uyanıklar da vardı; ama bunlar çoğunlukta değildi.

İkinci nedense şu: Böyle böyle dilimizin anlatım imkânları gelişiyordu. Az önce sıraladığım, dert, bela ve benzeri sözcüklerin yanına değişik kötülükteki durumlar için kullanılabilecek bir sözcük daha eklenmiş oluyordu. Örneğin, bela ile sıkıntı arasında önemli bir ağırlık farkı vardı; ilki çok şiddetli, belli ölçüde kalıcılaşmış bir sorunu anlatırken, ikincisi daha çözülebilir, daha az ürkütücü bir güçlüğü ima ediyordu. Üstelik, bu sıkıntı sözcüğünün, yeni anlamıyla diyelim, bir iyimserlik içerdiğini, “aldırma kardeşim, aşarız, kurtulmanın bir yolunu buluruz” demeye geldiğini düşünmeye başladım. Tamam, kolay değil, canımızı yakıyor, ama ölmedik daha, buluruz bir çaresini. Aşağı yukarı böyle bir havada söyleniyor. Çok da kötü sayılmaz. 

Bununla birlikte, kapitalizmin ulusal ve uluslararası ölçekteki sorunlarını anlatmak bakımından bu anlamıyla sıkıntı sözcüğü gerçekten pek yetersiz, pek hafif kalıyor. Bunalım demek, örneğin, çok daha doğru görünüyor; Frenkçe olmasına aldırmadan kriz de denebilir. Ama hemen akla gelen ekonomik bir kriz değil, çok daha geniş alanları kaplayan, toplumsal hayatın her alanına yayılan bir bunalım.

Hâlâ lider ya da büyük patron konumundaki Amerika’yı alın isterseniz. Epeydir sallantıdaki lider konumunun büsbütün ortadan kalkmasına yol açabilecek nesnel ve öznel etkenlerin çoğalması ya da güçlenmesi gündemde. Bir zamanların yanına yanaşılmaz emperyalist devi ciddi bir direnç gösterecek ve bu direnç insanlığın başına bazıları şimdiden görülebilen bazılarıysa öngörülmesi kolay olmayan belalar açacaktır kuşkusuz. Gerek başkanı ve adamları, gerekse devasa üretim ve saldırı mekanizmalarını çekip çeviren öteki kadrolarıyla Amerikan emperyalizminin içinden geçmekte olduğu sıkıntılı dönemi atlatması mümkün mü? Yalnız kadrolara değil onların üstünde devindikleri nesnel temellere bakıldığında da kolay görünmüyor. Dolayısıyla, buradaki “sıkıntı” sözcüğünde de sorunların ya da güçlüklerin niteliğini anlatmak bakımından emperyalist sistem lehine bir iyimserlik var.

Oradan yaşlı kıtanın emperyalistlerine geçildiğinde de durum farklı değil. AB’nin fiili patronu Almanya’nın neler çektiğini Osman Çutsay ile Tevfik Taş’ın buradaki yazılarından okuyoruz. Örnek olsun, Çutsay, son yazısında “(…) emperyalist-kapitalist sistemdeki dağınıklığın yeni bir sinyali de bu yıl veya gelecek yıl apar topar başbakanlığı bırakabileceği konuşulan Angela Merkel'in yetiştiği topraklardan geldi. Sahne karışıyor. Sokak daralıyor.” diyordu.

Kapitalizmin daha az geliştiği, darboğazları aşma konusunda daha sınırlı birikime sahip olduğu yörelerde ise, beklenebileceği üzere, artık iyice süreğenleşmiş durumu anlatmak için çözümsüzlük, çıkışsızlık, kördüğüm ve benzeri sözcükler bulmak gerekiyor. Sözgelimi, oldukça eski bir deyiş olan “ümitsiz vaka” akla geliyor. Hatta, buradaki ikinci sözcüğe bir kesme işareti de konularak “vak’a” biçiminde yazılır ve okunursa, deyimin anlamı biraz daha belirginleşiyor sanki.

Ancak, ötekileri bir yana bırakalım, kendi ülkemizi düşündüğümüzde umutsuzluk durumunun egemen sınıflar için söz konusu olduğunu eklemeden olmaz. İşleri sarpa sarmış, içinden çıkamayacakları belaların içine düşmüş olanlar onlardır çünkü. Üstelik, çok can yakan ve hep göz önünde olan ekonomik krizin yanı sıra, emperyalist sistemin üretip tetiklediği ve bu tetiklemede Türkiye egemenlerinin de yerini aldığı “modern kavimler göçü”nün yeni bir aşaması eli kulağında görünüyor. Kızılay başkanı “dünyanın hiçbir ülkesi ve ordusu bunu durduramaz” diyesiymiş. O başkanı ne yapmalı acaba, bizim şanlı ordumuzu nasıl bu kadar kolayca harcayıverir! 

“Ümitsiz vak’a” olmayı kapitalizme ve onun egemenlerine yakıştırdık yakıştırmasına da biz ne olacağız? Biz derken, bu düzenden hiçbir çıkarı olmayan, tam tersine, onun tarafından sömürülen, ezilen, baskı altında tutulan ve bu durumun az çok farkına varmaya başlayan çok geniş bir toplamı akılda bulunduruyorum.

Muradımı anlatacak en kısa ve en güzel cümleyi iki gün önce Aydemir Güler yazdı: “Türkiye’de devrim devrimcilerin hayali değil, ülkenin biricik çıkışı olmuştur.”

Ancak, gerçekten biricik olan o yolun üstündeki en büyük engellerden biri, ne yazık, tanımladığım çok geniş toplamın oraya bakmasını ve yönelmesini güçleştirenlerin varlığı. Bir de, sınıf karşıtları anlaşılır da, bu güçleştiricilerin önemli bir bölümünün kendi içlerinden çıkması. Öylelerinin etkisi kırılmadan, acı çekenlerin tümü değil yeterince büyük bir kesimi acılarını yaratanlardan yardım ummaktan kurtulmadan, kurtulup “Biz buradayız; her şeyi ele alıyoruz; ne yapacağımızı da biliyoruz!” demeden, ne yol olur, ne çıkış, ne kurtuluş!