Sendikaydı, grevdi, şuydu buydu…

Birkaç gün önce, yaş ortalaması 60 dolayındaki bir grupta tartışırken, içimizden biri şöyle demişti; yaş ortalamasını vermemin nedeni herkesin konuşulan yılları yaşamış olduğunu anlatmak: 12 Eylül’e üç beş gün kala günlerimiz grev çadırlarında geçerdi. Hatta darbe ilan edildiğinde grev çadırları hâlâ yerinde duruyordu. 

Bu sözleri dinlerken, o arkadaştan bir önceki kuşaktan biri olarak, aşağı yukarı benzer bir durumun, ya da görüntünün diyelim, 12 Mart askeri darbesinin hemen öncesinde de var olduğunu hatırladım. 

Konuşmalarımızın ortalarından bir yerden yazıya başladığım için biraz başa sarıp hangi bağlamda söyleştiğimizi belirtmekte yarar var.

Sendikaların ve eskiden sendikal mücadele dediğimiz şeyin, sınıfın mücadele alışkanlığı kazanmasında, gücünün farkına varmasında, dostu düşmanı tanımasında ciddi imkânlar sağladığına; bunun ortadan kalkması ya da etkisizleşmesiyle, siyasal mücadelenin sınıfla bağ kurmasında ve toplumsallaşmasında sıkıntılar oluştuğuna ilişkin bir tür dertleşmeydi aslında yaptığımız. “Dertleşme” sözcüğünden anlaşılmış olmalı, özellikle yaşadığımız günleri akılda bulundurarak konuşuyorduk.

Sözünü ettiğim konuşmaların sonunda varılmış ortak sonuç anlamında olmasa bile, kimsenin kökten itiraz etmediği, benimse oldukça uzun süredir benimsediğim bir sonuca değinmek istiyorum.

Ülkemizde sendikaların militanlaşması ve hem elde edilen haklar hem de işçi sınıfının gelişkin nitelikler kazanması bakımından en önemli iki on yıldan söz edilebilir: 1960’lar ve 70’ler. Bunları, aradaki toplam süresi iki yılı geçmeyen 12 Mart darbe kesintisi ya da aralığı denebilecek, burjuvazinin işçi sınıfımızın 15-16 Haziran isyanına 10 ay sonra, bu demektir ki sıcağı sıcağına gelmiş, üstelik çeşitli nedenlerle oldukça mütereddit kalmış yanıtını da içine katarak tek bir 20 yıl olarak düşünmek de mümkündür. Öyle ya, dönemlendirme yaparken, sadece üstün görünen ya da kendimizden saydığımız tarafı dikkate almamak daha doğrudur. Bu anlamda, toplamda 20 yıla çıkardığımız bu dönemi egemen sınıfların ve onların başındaki burjuvazinin sert ya da yumuşak çeşitli tepkileri ile birlikte, emekçi sınıfların güçlendiği, gücünü karşıtlarına gösterebildiği, bu arada hak ve özgürlükleri ile yaşam koşullarında kayda değer ilerlemeler sağlayabildiği bir dönem; hatta bir değil, tek dönem olarak kabul etmekte sakınca yoktur. 

İster iki ayrı bölümde ister tek parça olarak ele alınsın, bu 20 yılın yaşanabilmesinin temelinde iki ayaklı denebilecek bir nesnelliğin yattığı ileri sürülebilir.

Birinci ayak, Türkiye kapitalizminin ulaştığı aşama ile onun gerektirdiği, emekçilerin durumunu ve mücadelesini olumlu yönde etkileyen koşullardır. Çok kısaca hatırlamaya çalışırsak, bir yanda yüksek gümrük duvarları ile korunarak dayanıklı tüketim malları üretimi üzerinde yoğunlaşmaya çabalayan bir sermaye sınıfı, öte yanda, hızlı nüfus artışının yanı sıra köyden kente göçün kalabalıklaştırdığı kentli, çoğu da yeni kentlileşmiş emekçi sınıflar. Bu tabloya altmışlı yılların ilk yarısında çıkarılan ve sendikal mücadeleyi görece kolaylaştıran yasal düzenlemeler de eklenmelidir. 

İkinci ayakta ise soğuk savaşın azgın saldırılarına ve kendi hatalarına rağmen dünya çapında gelişmekte olan sosyalizm mücadelesi ile ulusal kurtuluş hareketlerinin kazandığı başarılar var. Bunların hem destekleyici siyasal ve askeri güç anlamında, hem de ezilen sınıflara ve halklara sunduğu olumlu örneklerle yaratılan elverişli ideolojik ortam açısından katkısı olmuştur. Dünyanın her yanında olduğu gibi ülkemizde de…

Birinci ayakta sıralanan etkenlerin de yardımıyla emekçi sınıf ve katmanların mücadelesine imkân veren bir ortam yaratılmış ve Türkiye işçi sınıfı hareketi bunu genel olarak iyi değerlendirmiştir. Devrimciliği adının başına yerleştiren bir sendika üst kuruluşu ortaya çıkmış, atak ve kavgacı bir tutum sergileyerek üyelerinin yanı sıra toplumsal olarak etkilenmeleri kaçınılmaz öteki emekçilere ciddi ekonomik kazanımlar sağlamıştır. O kadar ki, yetmişli yılların ikinci yarısında yapılan bir araştırmanın bulgularına göre, buzdolabında “penetrasyon oranı” yarı nitelikli ve niteliksiz işçi kategorisinde yüzde 50’yi bulmuştur. Günlük dile çevrilirse, yarı nitelikli ve niteliksiz işçilerin yarısının evlerinde artık buzdolabı vardır. Aynı oran, nitelikli işçiler için yüzde 75’in üstüne yükselmektedir. Benzer bulgular başka ürünler için de ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bunlar işçilerin gündelik yaşamlarında bir iyileşmeyi gösterdiği için olumlu olmakla birlikte, o ürünleri üreten kapitalistler için ufuktaki bir tehlikenin işareti sayılmak gerekir. Emekçiler bir mutfakları, bir oturma odaları, bir de yatak odaları için buzdolabı satın almayacaklarına göre, iç pazar doyma noktasına doğru yaklaşmaktadır.

Bu ekonomik işaretin dışında toplumsal-siyasal bir tehlike de söz konusudur artık. Hareketlenen ve ekonomik çıkarları için kavga etmeye başlayan işçi sınıfı oralarda durmayacağını göstermiş ve 1970 yılının ortasında büyük bir isyanı denemiştir. O isyanın ardından gelen ve, başka göstergeler bir yana, 10 yıl sonraki ile karşılaştırıldığında yukarıda yakıştırdığımız tereddütlü olma özelliği açıkça görülen askeri darbe, egemen sınıfların ihtiyaçlarını gidermemiş, onları ferahlatma ve önlerini açma işlevini eksiksiz biçimde yerine getirememiştir. Bu işlevin gereğini yapmaksa, halkımızın en ağır koşullarda bile vazgeçmediği mizah anlayışının ürünü yakıştırma ile “beşi bir yerde”ye nasip olmuştur.

Aradaki yaklaşık 10 yıllık bir gevşeme ya da yumuşama dönemi sayılmazsa, hâlâ sürmekte olan ve git gide en baştaki fütursuzluğunu bile aratır duruma gelen 12 Eylül İstibdadı’nın, emekçi sınıfların sendika kurma, sendikal mücadele yürütme, bunun vazgeçilmezi olan grev yapabilme haklarını fiilen ortadan kaldırdığı tartışmasızdır. Kâğıt üzerinde bu hakların hepsi varlığını sürdürmektedir. Ama, örnek olsun, patronlarla toplu pazarlık yapabilme hakkını elde etmek, deveye hendek atlatmaktan zordur. Patronla başta ücret olmak üzere pazarlık yapamayan bir sendikaya hangi işçi girsin? Bir başka örnek olsun, her ne kadar bir yığın engeli aşmayı gerektirse de, toplu pazarlık yapma hakkı bulunan bir sendikanın üyelerinin grev hakları vardır. Ama bazı işkollarında bu hak yasal düzenlemelerle en baştan yasaklanmış durumdadır. Öteki işkollarında ise yürütme organının grevleri yasaklama yetkisi vardır. Sonuç olarak, ülkemizde artık grev yapmak hemen hemen imkânsızdır. Buradaki “hemen hemen” deyişinin gereksizliği sırıtıyor, kabul. “Bu memlekette her şey olur kardeşim!” denir ya sık sık, o tür bir şaşırmayı unutma halinin ürünü sayılmalıdır.

Bununla birlikte, değişik sektörlerdeki emekçiler, farklı örgütlenme ve/veya mücadele yöntemleri buluyor, bunlardan oldukça etkili biçimde yararlanmayı başarabiliyorlar. Bu tür yaratıcılıkların çoğalarak mücadele imkânlarını artırması beklenebilir. Yine de bu imkânlar eski örgütlenmelerden, eski mücadele biçimlerinden epey farklı olacaktır. 

Akıl gözüyle bakanlar şu gerçeği görebilirler: “O eski güzel günleri” geri getirmek, devrim yapmaktan daha zordur. 

Ayrıca, devrim günlerinden daha güzeli olur mu?