Emperyalist ülkeler, soykırım sevicileri destekleme tutumlarındaki fütursuzluğu biraz yumuşatma eğilimine girerlerken, çoğundaki utanmazlık İran’a yönelik saldırılar karşısında da devam ediyor.
Savaşanlar ile savaşmayanlar bir de anlatanlar
Mesut Odman
Savaşın gidişi ile ilgili bazı gözlemler yapmaya çalışarak başlayalım. Yok, gidişi ile değil de savaşın nasıl gittiğini anlatan haberlerle ilgili gözlemler. Bunları bir biçimde sınıflandırarak…
Birinci sıraya İsrail’i yere göğe koyamayan haberleri yazabiliriz. Neyse ki, yere göğe koyamamak, o alçaklarla aynı safta yer almak anlamında değil. Ancak, buna bir “daha” ya da “henüz” sözcüğünü eklemeliyiz. Çok geçmeden, “işte adamın ağzının payını böyle verirler” yollu takdir etmeyi boş geçmeyen pek nesnel görünümlü değerlendirmelerin de ortaya çıkışına tanık olabiliriz. Geçmeden, bunlar arasında, nedense, emekli olmuş paşaların dikkat çeken büyüklükte bir küme oluşturdukları da eklense çok yanlış olmaz. Bu gözlem doğruysa, neden sorusu da hemen peşine takılır; ama onu bu konuyu üzerinde düşünülmeye değer bulan okurların kendilerine bırakalım.
İkincisi, ilkiyle yan yana, olmadı, art arda dillendirilen İran aşağılamaları. “Bir tarafta, teknolojinin de demokrasinin de önemini anlamış, ona göre davrananlar; öbür tarafta, ne teknoloji ne şu ne bu, hiçbirini becerememiş örümcek kafalılar…” Tam böyle olmasa bile, buna yakın ilkellikte akıl yürütmeler.
Üçüncü ve sayıları iyice azalmış olarak, İran’ın hakkını vermekten uzak durmayanlar. “Eh, onlar da kadim bir medeniyetin mirasçıları, onca devlet kurmuş, devlet yıkmışlar. Görmüş geçirmişler. Tümden boş değiller.”
Dördüncüsü, sayıları bizim sınırlarımız içinde çok az olmakla birlikte, doğu sınırımızdan öteye doğru geçildiğinde kalabalıklaşan bir küme. Eskiden, Acem palavrası yahut mübalağası diye küçümsenirdi ülkemizde, işte onlar. Umarım, bunu yazarken, çok çekmiş İranlı emekçi halka saygısızlık ettiğim düşünülmez.
ABD’nin, emperyalizmin, hangisini söylersek söyleyelim, kalabalık Orta Doğu Müslümanları arasındaki azgın vekili durumundaki İsrail, Ekim 2023’ten beri Gazze’de sayıları 50 binin üzerinde Filistinliyi topluca katletti. Yaptıklarının soykırım niteliği taşıdığı dünya halklarınca genel kabul görmeye başladı; hatta Güney Afrika tarafından hakkında soykırım iddiasıyla bir dava bile açılmış durumda. Ancak, bütün bunlar, bu soykırım makinesinin durmadan çalışmasını engellemeye yetmiyor.
Yetmemek bir yana, önündeki can sıkıcı olabilecek Suriye engelinin de ağa babalarının yanı sıra onların denetimindeki başka etkenlerin de destek ve yardımlarıyla ortadan kaldırılmasından sonra, 2 bin kilometreyi aşkın uzaklıktaki İran topraklarını, oradaki her türlü yerleşimi vurmayı gündemine alabildi.
Barış Terkoğlu, bir gazete yazısını çok aşan öğreticilikteki dünkü Cumhuriyet yazısında şöyle diyordu: “Bugün İsrail’den kalkan bir uçak, uzun bir yolculuğun ardından İran’ı vuruyor. Çok değil, 7 ay önce, bu yolculuk sırasında Suriye’de sirenler çalacak, Esad’ın hava savunma sistemleri İsrail uçaklarını hedef almaya çalışacaktı. Suriye’deki rejim değişikliği açıkça İsrail’in İran’a saldırısını kolaylaştırdı. HTŞ lideri Şara, sadece iki hafta önce, Jewish Journal röportajıyla İsrail’e ‘Hiçbir ulus, gökyüzü korkuyla dolu olduğunda refaha kavuşamaz, gerçek şu ki ortak düşmanlarımız var’ sözleriyle seslenmişti. 7 ayda Suriye’nin düşmanı İsrail iken İran yapıldı.”
Şu son savaşın ilk haftasını pek güzel özetleyen bir yazıydı. Okumamış olanlara öneririm.
Öte yandan, Batı dünyası, nam-ı diğer emperyalist ülkeler, hiç değilse onların bazıları, yurttaşlarının küçümsenemeyecek bölümünde ciddi tepkilere yol açan soykırım sevicileri destekleme tutumlarındaki fütursuzluğu biraz yumuşatma eğilimine girerlerken, çoğundaki utanmazlık İran’a yönelik saldırılar karşısında da devam ediyor.
Örnek olsun, onların başındaki Amerika’nın kendi başına getirdiği, herhangi bir saygıyı ne bekleyen ne hak eden zat-ı muhteremi, bütün adamlarıyla birlikte, nereye koymak gerekir sorusu, her türlü serinkanlı değerlendirme şansını ortadan kaldırıyor. Bende öyle bir etkiye yol açıyor.
Bir örnek daha: İkinci büyük paylaşım savaşından sonra apaçık ortaya çıkan soykırım sabıkalarındaki paylarını bir türlü unutamayışlarından mıdır nedir, Almanya adındaki ülkenin şimdiki yurttaşları Yahudi devletini yüceltmek için ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Akademik bir görev için oraya gidip dönen yakınlarım telefonda anlatıyorlardı. Bazıları resmi kuruluşlara ait birçok binanın önünde, içinde, bir yerlerinde AB ve Almanya bayraklarının yanında Ukrayna ve İsrail bayraklarının dalgalandığını görmüşler. Hayretle, diye de eklemeliyim belki. Yüz yüze gelmiş değilim daha. Yüz yüze gelirsek, kim bilir neler anlatacaklar!
Avrupa Birliği adını taşıyan eşi benzeri görülmemiş demokrasi yuvasındaki, onun değişik köşelerindeki İsrail dostlarının yapıp ettikleri daha az biliniyor. Bundan sonra yaptıklarıyla ünleneceklerdir nasılsa. Avrupa kültürü dememişler boşuna!
Bu arada, bizim buraların durumuna bakacak olursak, bir yandan, demokrasi deyip durdukları, deyip durduğumuz gelmiş geçmiş en dokunulmaz “şey”in zaten iyice canına okunmuşken, bir de böyle savaş mavaş bahaneleriyle, bahane demeyelim, başımıza gelirse görürüz yollu olası itirazları hesaba katarak düzeltelim, o dokunulmazımızın düşmanları konumundaki sınıf, parti, yönetici ve benzerlerinin hışmına uğraması durumunda halimiz nice olur kaygılarını büsbütün göz ardı etmek doğru mudur?
Şimdi, bu upuzun yazılmış, böylece okuyanlarda anlaşılması bilerek güçleştirilmiş izlenimi yaratan soruya evet yanıtı vermek kimsenin harcı değildir. Bu satırları okuyanların bir bölümü öyle sanabilirler. Ancak, cümle, kimsenin harcı değildir yerine herkesin harcı değildir biçimine getirilirse, bir koşulla katılırım. Evet, kimse bu cümlenin doğruluğunu kolay kolay savunamaz, bir tek “demokrasi düşmanı” suçlamasını zaten hak etmiş olanlar dışında. Nasıl denir, “övünmek gibi olmasın”, bu suçlamayı epeydir hak ettiğimi söyleyebilirim. Nedeni ise, uzatmadan, şöyle anlatılabilir: Varlığı ile yokluğu pek belli olmaz mübareğin. Daha doğrusu, az çok belli olur da ne zaman gelip ne zaman gideceği o kadar belli değildir. Gidince, geri getirmek için habire uğraşırlar; oysa, gelip gelmediğini de ne zaman tekrar gideceğini de bilmek zordur.
İlk caz şarkıcılarımızdan Rüçhan Çamay vardı; onun “para, para, para” şarkısının sözlerine benzer biraz. Hani şu “Para, para, para/Yokluğu bir dert, varlığı yara” nakaratlı şarkı. Bir yerinde de şu sözler bulunuyordu: “Unutmayın her şeyi yaratan biziz/ Matbaada parayı basan ellerimiz/ Sanmayın onun hükmü değişmez yasa/ Para neye yarardı eller çalışmasa”