'Salla başını, al maaşını!'

Çok eskiden böyle denirdi. Şimdi de söyleniyordur herhalde. Biraz sokak ağzı, biraz argo sayılır. Memurlar için, ama özellikle devlet memurları için söylenirdi. Cümlenin kuruluşu bir öğüt havasındaysa da, daha çok, kaba ve incitici bir yergi olarak dillendirilirdi.

Anlatılmak istenen aşağı yukarı şuydu: Öyle etliye sütlüye karışma; iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt etmeye kalkma; hele hele bunu yaparken ülkenin çıkarları, halkın ihtiyaçları türünden ölçütler koymaya yeltenme; sana denileni yap, gerisine karışma. Karşılığında verilen ne ise onunla yetin. Ama o arada maaşı “maaş+diğerleri” olarak anlayabilirsin. Zaten bir zamanlar ülkenin cumhurbaşkanı da “benim memurum işini bilir” diyerek yolu açmış ve işi senin uyanıklığına bırakmıştır. Artık senden daha kıdemlilerin yaptıklarına bakıp öğrenerek mi kendi yaratıcılığını kullanarak mı becerirsin, orası sana kalmış.

Bu özlü sözü nereden hatırladığıma gelince…

Aralık ayının 25’inde Halk TV adlı televizyon kanalında eski milletvekili ve bakan, AKP’nin kurucularından ve bu siyasetin daha eski örgütlenmelerinde de yer almış olan Abdüllatif Şener konuşuyordu. Konu o günlerde yeni çıkmış bir KHK idi; daha doğrusu, onun silaha sarılıp teröristlere saldıranlara adaletin, mahkemenin, polisin karışamayacağı, dava açılamayacağı ve benzeri hükümler içeren maddesi...

Başlangıçtaki akidesini bozmadığını belli etmekle birlikte AKP’yi ve onun yolunu çoktan terk etmiş görünen Şener aynen şunu söylüyordu; bir kenara not ettiğim için bu kesinlikte yazabiliyorum:

“Ben 16 yıl milletvekilliği, 6 yıl bakanlık yaptım, bilirim. Önüne gelen taslağa okumadan imza atılır.”

Başlığa çıkardığım hoş olmayan deyiş genellikle alt kademeler için söylenirdi. Bu kıdemli siyasetçinin kendi tanıklıklarına dayanarak yaptığı saptama ise daha üst ve en üst kademe yöneticilerle siyasetçileri ilgilendiriyor. Yalnız, burada, “maaş” sözcüğü iyiden iyiye simgesel bir nitelik kazanıyor; çünkü, artık söz konusu olan, bu sözcüğün anlattığı kadar mütevazı sayılabilecek düzeylerin ötesine ulaşmış ve belki de niceliksel birikim niteliksel bir sıçramaya uğramış durumda!

Doğru olabilir mi? İnanmamak için bir neden görünmüyor. Bir zamanlar öyle bir ortamda, o tür karar alma mekanizmalarının içinde yer almış bir kimse, şimdi dışarıda kalmış olmanın kendisini aklayacağını varsayarak bu tür itiraf niteliğinde açıklamalarda bulunuyor olabilir mi? Çok düşük bir olasılık.

İmza atma, başka bir anlatımla, karar alma yetkisi olanların bu yetkilerini nasıl kullandıkları, inanılması kolay olmayan durumlara yol açmıştır aslında. Buradaki güç inanılırlığın bir benzerini ve kuşkusuz çok daha vahim olanını demokrasi konusu biraz kurcalandığında görmek mümkündür. Bu kurcalamaların sonunda ortaya çıkan üzerlerindeki örtü kaldırılmış durumlar karşısında “Yok canım, o kadar da olmaz!” türü tepkiler çok sık yinelenir. Çeşitli kurulların, hangi yöntemlerle, hangi biçimde oluşturulduğu sorusu bir yana, çalışması ve karar alması, kuramsal olarak ve “demokrasiler”in her günkü siyaset pratiğinde, çok yinelenen, onun işleyişinin esasları arasında yer alan bir konudur. Dolayısıyla, şimdi anlatacaklarım da konu dışına çıkmak sayılmaz. Kapitalizmde nasıl bir tekelleşme eğilimi varsa, nasıl oluyorsa onun bir nimeti olarak göklere çıkarılan demokraside de benzer bir tekelleşme eğilimi çok belirgindir.

Önüne geleni hiç okumadan ya da şöyle bir göz atıp imzalama alışkanlığı ise aynı imzayı atmak durumunda olan çok az sayıdaki bazı kişiler için büyük bir imkân sunar. Bunun büsbütün apolitik bir durum değilse de, politika ile doğrudan ilgili olmayan, deyiş uygunsa, kapitalist demokrasinin içindeki kurul çalışmasında içerilmiş ve kişilerden bağımsız, bu anlamda, nesnel bir özellik olduğunu öne sürebiliriz.

Yukarıda şimdi anlatacaklarım dediğim, bunun bir örneği.

Bir zamanlar, az çok tanıma imkânı bulduğum bir kapitalist vardı. Yetişmesi kapitalizmin gelişme dönemine rastlayan ve serpilip suyun başına gelmesi o dönemin ileri evresinde gerçekleşen bir sermayedar. Ülkenin hâlâ önde gelen üniversitelerinin ikisinden diploma almış, yabancı ülkelerin kapitalistleriyle işi gereği ve sık sık ilişki içinde bulunan bir “Avrupai” iş adamı; uğraş alanıyla ilgili patron örgütlerinin üyesi, ülkemize demokrasiyi taşıyanlardan bir seçkin yurttaş…

Bu kişi benim uzun süre bir kamu emekçisi olarak çalıştığım kuruluşun yönetimindeki en etkili üyeydi; tanışıklığım oradandır. Burada anacağım ise onun az rastlanır bir özelliği…

Sözünü ettiğim yönetim işi bir kurul eliyle yürütülürdü. Kurulda, hepsi için ikincil iş olmak üzere, üst düzey bürokratlar, akademisyenler, patron örgütlerinden temsilciler ile sendikaların gönderdikleri “işçiler” yer alırdı. Kendisi ve sınıfı açısından övgüyü hak eden o kişi, eski bakan Şener’in gündeme getirdiği okumadan imza atma ve karar alma alışkanlığından yararlanmayı mantıksal sınırlarının sonuna kadar zorlar ve bundan inanılması güç bir üstünlük sağlardı. Yaptığı çok basitti: İlgili notlar ve/veya açıklamaların yeterince erken zamanda kendisine ulaştırılmadığı konuların gündeme alınmasına kesinlikle izin vermezdi. Kurumun görevlileri, bu huyunu iyi bildiklerinden, her gündem maddesi ile ilgili en az bir sayfa çoğu durumda üç beş sayfa tutan açıklayıcı notlardan oluşan dosyayı, en geç, havaalanından kendisini almaya gelmiş şoförün eliyle ulaştırırlar ve bu uyanık kapitalist Esenboğa’dan Ankara’ya gelinceye kadar o dosyayı okurdu.

O kadarı yeter mi, diyenler olabilir. Yeter de artardı; çünkü, öteki üyeler hemen her defasında o kadar bile bilgi sahibi olmadan karar alma toplantısına gelirlerdi. Dolayısıyla, onun karşı çıktığı bir karar alınamazdı ve desteklediği bir kararın çıkmaması da mümkün olmazdı.

İnanılması kolay olmayan bu durumun konumuzla birinci derecede bağlantılı olmayan bir yanı da var: Kural durumuna getirilmiş bu uygulama, işin özünü bir yana bırakırsak, biçimsel işleyiş açısından kusursuzdu. Kurula katılan her üye yeterince ayrıntılı bir ön bilgilendirmeyi hazır bulurlardı. Bir bakıma, kapitalizmin rutin işleyişi için örnek olabilecek bir uygulama söz konusuydu. On beş yıldır iktidardaki AKP, bu tür uygulamaların yönetmek durumunda olduğu düzen açısından değerini anlayamamanın yanı sıra hem kadro sayısı hem de merkezi bürokrasi içindeki yeri açısından önem taşımadığını düşündüğünden olmalı, bu kuruluşu pek çok kanun torbasından birinin içine atarak yok ediverdi. Yaklaşık 5 yıl kadar oluyor.

Söz buraya gelmişken, bu partinin iktidar ömrünün sıradışı bir uzunluğa ulaşmasındaki önemli etkenlerden birine değinerek bitirelim.

AKP’nin kullandığı egemenlik araçları içinde Türk demokrasisinin geçmişinde bilinmeyen hemen hemen hiçbir şey yoktur. Onun pek çok durumda ve esas olarak yaptığı, Türkiye’nin düzeninde üretilmiş ve şu ya da bu ölçüde devreye sokulmuş bazı araçları ya da imkânları en sonuna kadar kullanabilmesi, başka bir anlatımla, tümüyle kullanıp tüketmesidir. Bunlardan ikisini anmak gerekirse, yasama sürecini her türlü anlamından koparan torba kanun uygulaması ile yasa yapmayı ne de olsa seçilmiş bir meclisin elinden alarak büsbütün tekelleştiren KHK, özellikle bunun olağanüstü hal dönemi uygulamasından söz edilebilir.