Saçmalık diz boyu

Bir bölümüne saçmalık demek yetmez; rezalet, kepazelik ve benzeri sözcükleri kullanmak gerekir. Zaten diz boyu ölçeğinde çoğalmış bir kötülüğü anlatan deyimin aslında da rezillik sözcüğü kullanılır; “rezillik diz boyu” denir. Yine de, dilin bir inceliğinin güme gitmesine bir an için göz yumularak, saçmalık sözcüğüyle bir tür ortalama almak mümkündür; her ortalama yahut paranteze alma işleminde rafinelikten uzaklaşma vardır, onun için böyle söylüyorum. Referandum işinde başından beri bu tür bir yakıştırmanın uygun düştüğü birçok öğe göze çarpıyor; bundan sonra ortaya çıkacak olanlar da cabası…

Bir kez, en baştan beri denemese bile uzunca bir süredir, referandumu, dilimizdeki karşılığıyla halkoylamasını tek seçenekli bir sahte oylamaya dönüştürme çabası anlamına gelen hayır diyecekleri terörist, hain, şeytan, vb. ilan etme kampanyası, olanca hızıyla sürüyor. Bunun, bir anlamda, saçmalığın örnek verme yoluyla tanımlanması olduğu ortada: Sorulan herhangi bir soruya sadece iki yanıt verilebiliyorsa ve bunlardan biri daha baştan yasak ilan ediliyorsa, öyle ya terörist-hain-şeytan işi demek yasak ilan etmek anlamına gelir elbette, buna zorbalığın gölgesinde saçmalık demek uygun olur. Yanıtlardan birini önermek türlü yollarla güçleştirilir ve engellenirken öbürünü önermek, özendirmek, emretmek için bütün yurttaşların vergileriyle oluşturulmuş devlet bütçesinin ve imkânlarının alabildiğine kullanılıyor oluşu ise zorbalığın gölgesinde hayat bulan bu saçmalığın somut görünümlerinin ortaya çıkmasını sağlıyor sadece; bunun ötesinde çok da önemi yok.

Öte yandan, adına yürürlükteki anayasa gereğince referandum denilen bu işlemin, bütün olup bitenlerle, git gide bir plebisite dönüştüğünü ileri sürmek de mümkün.

Belki biraz açmak yararlı olabilir.

Referandum genellikle bir anayasa ya da yasa metninin yahut onlardaki değişikliklerin halkın oyuna sunulması demek oluyor. Bu iş halkın onayını ya da kimileyin sadece görüşünü almak için yapılabiliyor ve ilkine onay referandumu, ikincisine danışma referandumu deniliyor. Ayrıca, belli bir konuda halkın onayını almak üzere referanduma başvurulduğu da görülebiliyor.

Plebisitin kökeni ise, sözcüğün kendisinden anlaşılabileceği gibi, eski Roma’ya dayanıyor ve pleblerden oluşan meclislerin başlangıçta sadece plebler için geçerli olmak üzere kabul ettikleri karar ve yasalara verilen addan geliyor. O kadar eskileri bırakıp daha yakın zamanlara bakarsak, burjuvazinin 1789 Devrimi’nden sonra, Napoléon Bonaparte’ın ve yeğeni Louis Bonaparte’ın hem yasal metinlerle hem başka kararlarıyla ilgili olarak plebisitlere başvurup halktan onay aldıkları biliniyor. Örnek olsun, Birinci Napoléon kendisini imparator ilan ederken Mayıs 1804’te halkın onayını almayı da ihmal etmiyor.

Ondan 130 yıl sonra benzer ve çok bilinen bir plebisit örneği daha var: Hitler, cumhurbaşkanlığını kaldırıp kendisini “führer ve şansölye” ilan ederek her askeri birliğin ve subayın Führer’e bağlılık andı içmesini öngören kararını da Ağustos 1934’te halka onaylattırıyor; hem de yaklaşık bir buçuk yıl önceki parlamento seçimlerinde yüzde 44 oy almışken, bu kez yüzde 88’lik bir çoğunlukla.

Fransa’da da, bu emperyalist ülkenin 1950’lerin sonlarına doğru Kuzey Afrika’daki sömürgelerini oralardaki bağımsızlık savaşlarının ve onların uzantılarının etkisiyle kaybedişinden sonra gelen “Beşinci Cumhuriyet” döneminde cumhurbaşkanı General deGaulle, pek çok kararını, o zaman ve daha sonra siyasetçilerle tarihçilerin “plebisit-referandum” diyecekleri bir yolla halka onaylatıyor. Zaten daha önceki zamanlara ilişkin bu tür uygulamaların plebisit olarak adlandırılması da, daha sonraları, tarihçiler tarafından yapılıyor.

Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise öteki bir iki anlamı dışında plebisit sözcüğünden, genellikle, belli bir iktidar ya da yönetim konumundaki kişilerin, bu konumlarını halka onaylatmak için başvurdukları bir yol anlaşılıyor. Başka bir anlatımla, otoriter yönetimlerin çokça kullandıkları bilinen bir yol olarak plebisit sözcüğü, büsbütün kötücül bir anlam kazanıyor.

Bu vesileyle, son günlerimizin modern haçlı seferlerine de biraz olsun değinmek gerekebilir.

Ellerindeki bıçakları portakallara saplamış protestocuların fotoğraflarını hemen herkes görmüştür sanıyorum. Onların ne kadarı çocukların şu tekerlemesini hatırlamıştır acaba?

Portakalı soydum/Baş ucuma koydum/ Ben bir yalan uydurdum/ Duma duma dum…

İşte böyle bir absürt dünyada sürüp gidiyor son referandum serüveni. Saçmalıklar içinde kotarılan bir sonuca doğru, denebilir mi? Pek aşırı bir komplo teorisi etkisinden söz etme imkânı doğmakla birlikte, evet, denebilir; en azından, büsbütün olasılık dışı sayılmaz. Son yıllarda moda olan bir deyişle, bir çeşit kazan/kazan oyunu sahneleniyor olabilir pekâlâ. Daha doğru görünen bir anlatımla, sahnelenme değil de, belli bir inandırıcılığa sahip olmakla birlikte yazılı metni olmayan bir kendiliğinden oyun, bir orta oyunu… Oyunun bir yanında kazanç ortaya çıktı bile: Hollanda’nın en büyük hükümet partisi kaybetme olasılığı hiç de düşük görünmeyen seçimlerde, yüzde 5 dolayındaki oy kaybına karşın, üst üste üçüncü kez birinci parti konumunu koruyarak kazanmış bulunuyor. Oyunun öteki tarafı ise, bir yandan karşılıklı ekonomik yatırımlara zarar vermeden gerçekleştirilen bir ağız dalaşını sürdürürken, evetleri kapıp götürmenin hesaplarını daha özgüvenli bir havada yapmaya başlamış görünüyor. Bu cümleyi okurken, Hollanda’nın Türkiye için en büyük doğrudan yatırımcı, ticarette en önemli partnerlerden biri olduğunu, bu arada, içlerinde ülkemizin önde gelen iktidar mensubu politikacılarının da bulunduğu kimselerin, nazi döküntüsü, faşist ve gaddar olarak adlandılan bu ülkede yatırımlarının bulunduğunu hatırlarsak, karşılıklı ekonomik yatırım ve çıkarlara zarar vermemek gerektiği yönündeki sözlerle kararlılığın anlamını somutlaştırmamız daha kolay olabilir.

Az önce hatırladığımız çocuk oyunu tekerlemesindeki yalan ise bir ile sınırlı kalmayarak çok sayıda üretilebiliyor kolayca ve, üretimindeki kolaylığın da doğal sonucu olarak, “ister inan ister inanma” rahatlığıyla devreye sokulabiliyor. İnanmayanlar olsa da inananların uzun süreler boyunca daha fazla olduğu verisi elde tutularak ve aynı verinin bir kez daha geçerlilik kazanacağı varsayımıyla elbette.

Oysa, bu kez aynı hesabın tutmayacağı az çok görülebiliyor.

Öte yandan, sergilenen saçmalıklarla ilkellikler bu işte bir komplo olabileceği yönündeki olası tahmin ya da iddiaların yanlışlığını göstermeye yetmiyor; çünkü, bizdeki komplocuların beceri düzeyleri hesaba katıldığında, bundan iyisini de kuramazlardı herhalde, demekte bir yanlışlık yok. Hep ve sadece çok kaba saba saldırılarla yetinilecek değil ya, her yanları dökülecek kadar çürük görünse de çeşitli hilelerin devre dışı olduğunu düşünecek safdillerin sayısı herhalde artık iyice azalmıştır. Hele içeride dışarıda rekorlara aday bir iktidar süresinin sonuna doğru işler bu kadar sarpa sarmışken…

Neyse, bitirirken, şu plebisit konusuna dönersek, Erdoğan bu işin git gide kendi konumunu halkoylamasına sunma anlamında bir plebisite dönüşmeye başladığını hiç düşünmüyor, hiç fark etmiyor mu acaba? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Fark etmek ne söz, baştan beri değilse de bir süredir, bile isteye işi oraya doğru mu götürüyor? Gerçeğe uygun olan ikinci soruysa eğer, ayrı bir soru olarak değil de, ikincinin uzantısı olarak şu da akla gelir kuşkusuz: Bunun risklerini bilmiyor ya da hesaba katmıyor olabilir mi?