Pathetic

Bu sözcüğün dilimizdeki karşılığını aradığınızda, acılı, etkileyici, heyecan verici anlamlarının yanı sıra, sözlüklerde ilk rastladıklarınızın başında, “dokunaklı” sözcüğü geliyor.

Evet, bunun uygun düştüğünü sanıyorum. Dokunaklı, diyebiliriz.

Batı dillerindeki bu sözcüğün ilk hatırlattığı ise, kuşkusuz, insanlığın en karanlık ve umutsuz zamanlarında bile karanlığın da umutsuzluğun da sürekli olamayacağını anlamasında ona her çağda yardımcı olacağı kesin görünen Beethoven adındaki müzisyenin sekizinci diye sıralanmış piyano sonatıdır. Üç bölümlü bu sonatın, özellikle, neden ortaya çıktığı tümüyle bilinmese de herhalde emek verilerek, kavga edilerek ve sonunda yenilerek ulaşılmış, ama yaşanmış olduğu için bağlılık yaratmış bir hüznü anlatan ikinci bölümünden sonra, o hüzünden hem uçarcasına sevinçli hem de anlatılamayacak kadar acılı bir kopuşu hatırlatan üçüncü bölümü, olağanüstü bir bütünlük ve karşıtlık oluşturur. Sanat tarihinde, kopuşun uçuran sevinci ile en küçük kımıltıya tahammülsüz acısını böylesine eksiksiz bir güzellikte buluşturan bir başka örnek bulunabilir mi, bilmiyorum.

Bu noktada, hemen, Brecht’i andıran bir yabancılaştırma efektini araya sokarak, şunu belirtmeliyim: Bırakalım müzik uzmanlığını, uzman bir dinleyici bile sayılamayacak biri olarak, herhalde yüzlerce kez dinlediğim bu olağanüstü müzik eserini, imkânı olan herkesin de sık sık dinlemesini öneririm. Dinleyenlerin, o çokluğa ulaşmalarına gerek kalmadan, ne demek istediğimi anlamaları, küçümsenmeyecek bir olasılıktır.

Müzik uzmanları ise, olur da içlerinden birkaçı bu yazıyı okuma felaketine uğrarsa, daha büyük bir olasılıkla, “Bu yorum da nerden çıktı?” diye şaşkınlıkla burun kıvırabilirler.

Her neyse, asıl konuyla bağlantılı olsa da fazlaca uzamış bu girişin ardından, Kaan Arslanoğlu’nun iki gün önce burada yer almış yazısını anmak durumundayım. O yazıda, yaşadığımız günlere ilişkin bir saptama yapılıyor ve ülkemizde, Demokratik Toplum Partisi çevresi dışında, hiçbir kayda değer siyasal çevrede heyecana rastlanmadığı ileri sürülüyordu. O çevreler arasındaki, yazarın seçtiği adlandırmaları tekrarlayarak söyleyecek olursak, “dinci siyasi gericilik ve tarikat cephesi” ile “ulusalcılar” bizim yazımızı bu kez ilgilendirmiyor. Şimdi, biz kendimize bakalım.

Ama bakmadan önce, kendimiz için birazdan dile getireceğimize benzer bir savunmada kalma konumunun, özellikle “ulusalcılar” açısından da geçerli olduğuna, “dinci gerici” ötekiler içinse tarihlerinin kaydettiği en saldırgan dönemde bile savunma mevzilerini büsbütün terk edememenin ve buna eklenen bir çapsızlığın yarattığı tutukluğun etkili olduğuna değinebiliriz. Bir de, ne de olsa, bu ikinciler için hangi peygambere inanırlarsa inansınlar, küpünü doldurmak her şeyden önce gelir. Ne demişti Marx: “Biriktir, biriktir… Musa da bütün peygamberler de bunu söylüyorlardı.” Gerçi, küpünü doldurmanın da bir heyecanı vardır ama, iki heyecan, aynı sözcüğü kullanmanın şimdi olduğu gibi yetersiz kalmasına yol açacak kadar farklıdır.

Bizdeki, bizim partideki, bunu sözcüğün ilk ve en genel olan “taraf” anlamıyla kullanıyorum, heyecan eksikliğine gelince…

Bir sosyalist ya da komünistteki heyecan nasıl olur, nereden gelir, diye sorarak başlamakta yarar var. Nereden gelir gerçekten, ne olursa heyecan olur ya da çoğalır bizim tarafta, oradaki insanlarda?

Bir kez, yukarıda değindiğimizi hatırlarsak, savunma konumunda olmak heyecan yaratmaz. Daha doğrusu, kuşkusuz yaratır yaratmasına da, o konum artık görmezden gelinemeyecek bir süreklilik kazanmaya başlamışsa, heyecan gitgide yatışır, sonunda neredeyse mutlak bir donukluğa dönüşür. Donukluğun savunmayı güçleştirmemesi hemen hemen imkânsızdır ama yine de, büsbütün ezilip gitmeye yol açması kaçınılmaz değildir. Geçmişteki savunma destanlarının, aslında saldırı olduğu halde savunma yanı abartılmış olanlar da araya eklenerek, gündemden eksik edilmemesi, tümüyle ezilmeyi önlemenin en etkili yollarındandır.

Bu yazdığımız, asıl ya da bugün yokluğundan yakınılan heyecanın değil, artık o kadarı da olmazsa olmaz heyecanın kaynağına ilişkin bir yanıt oldu.

Peki, asıl heyecanın kaynağı ne olabilir? Kendi yaşantılarıma ve tanıklıklarıma dayanarak birtakım yanıtlara ulaşmaya çalışırsam, daha iyi bir dünyanın nasıl olabileceğini, öyle bir dünyayı kurmanın mümkün olduğunu, bunun yolunun nerelerden geçtiğini öğrenmek böyle bir heyecanın gerçek kaynakları arasındadır, diyebilirim. Bu “öğrenme” aşamasından sonra, ya da onunla birlikte, öğrenilenler doğrultusunda adım atıp arkasını getirmek de en azından ilki ölçüsünde esaslı bir heyecan kaynağıdır.

Ayrıca, belki de hepsinden daha önemlisi, bizim gençliğimizin çok okunmuş kitaplarından birinin adıyla “en güzel dünya” yolunda ortaklaşa elde edilmiş zaferler, elbette onlara yaklaşırken gösterilen çabalarla birlikte, benzersiz heyecanların kaynağıdır.

Tam da bu noktada, biraz durup soluklandıktan sonra, şu soruyla devam etmek iyi olacak: Eğer öyleyse, zaferler heyecan kaynağı ise, tersinden bakarak “ya zafer denebilecek herhangi bir gerçekleşme söz konusu olmuyorsa” sorusu akla gelmez mi, gelmemeli midir? Haydi, “zafer” çok fazla hamaset çağrışımlı bir sözcük, diyelim ve onun yerine kazanım ya da başarı gibi daha ılımlı sözler seçelim.

Sadece kendi tarafını inandırmakla kalmayıp karşı tarafın da aşağı yukarı kabul edeceği herhangi bir kazanım ya da başarı olmaksızın geçen uzunca zaman dilimleri, acımasız heyecan öldürücülerdir. Daha dolaysız yazmaya çalışırsak, yengisiz heyecan olmaz. Galibiyetin ancak bir beklenti ya da olasılık olarak var olduğu, hemen her evresinde böyle yürüyen bir mücadele heyecan yaratmaz. Eğer bir mücadeleden, kavgadan değil de bir centilmenler yarışmasından söz ediyorsak, o zaman, durum değişebilir ancak, orada gerekli olan ya da ortaya çıkan heyecan değil, diyelim, bir tür hoşluk ya da hoşnutluktur.

Şimdi, şu son yazılanların yazının başlığı ya da o adı taşıyan piyano sonatı ile nasıl bir ilgisi olabilir sorusunun akıllara gelmesi, doğaldır. Bu soruyu öylece ortada bırakmaksa hiç doğal olmayacak.

Yengilerin belleklerden bile silinmeye yüz tuttuğu bir mücadele, hâlâ sürüp gittiğine göre, müthiş acılarla dolu demektir ve bunun vazgeçilmez, bağımlılık yaratıcı, tutkulu bir hüzne dönüşmesi şaşırtıcı sayılmaz. Oysa, ne kadar zor görünse de, bu durumdan kurtulmanın yollarını bulmak ve kurtulmak şarttır yoksa, ağız alışkanlığıyla mücadele diye söylenegelen bu süreci adlandırmak için başka bir sözcük uydurmak gerekecektir.

Bu kadarı yetmediyse, ne yapıp edip, bir yerden bulup buluşturup “Pathetic” sonatı dinlemeyi yeniden önermekten başka çarem yok. Birbirini izleyecek bütün çağrışımları özgür bırakarak ve, hiç değilse, birkaç kez…
___________

Not: Önümüzdeki iki Pazar için okur dostlardan izin istiyorum. Ağustos ayının üçüncü Pazar günü yeniden görüşebilmek dileğiyle…