Paramparça

Ülkemizin durumuna uygun düşen bir sıfat olduğu söylenebilir bunun. Eski kuşakların sık sık kullandıkları deyişle de anlatabilir, memleketin hal-i pür-melâli’nden söz edebiliriz. Kuşkusuz, üzüntü vericidir.

Bu sıfatı uygun bulmanın gerçeklerle bağdaşmayan bir karamsarlık göstergesi sayılamayacağını ortaya koymak için bazı örnek durumları ve olayları yan yana getirmek yetebiliyor.

İlkin, toplumun kendisine bakılabilir. Burada “sınıflı toplum olduğuna göre, elbet tek parçalı olmayacak” demek, ilk akla gelen itirazdır belki de, buna hak vermek pek mümkün görünmüyor çünkü, aynı sınıfın içinde çok parçalılığa ilişkin gözlemler yeterince fazla.

Sözgelimi, emekçi sınıflar içinde, işçiler ile işsizler olarak adlandırılabilecek iki büyük parça var ve bunların birbirlerine her zaman iyi gözle bakmadıkları, üstelik değişik düzeylerdeki iktidar sahiplerince bu yönde kışkırtıldıkları kolayca anlaşılabiliyor. İşsizler ise, en azından, iş aramakta olanlarla iş bulmaktan umudunu kesenler biçiminde iki bölüğe ayrılabiliyorlar.

İşçiler de epeyce parçalanmış durumdalar. Kayıtlı ve kayıt dışı yahut sigortalı ve sigortasız çalışanlar, taşerona bağlı olanlar ve ana işletmenin işçileri, artık bir avuç kalmış sendikalılar ve büyük çoğunluğu oluşturan sendikasızlar, vb… Böyle derken, yedi sekiz yıl kadar önce bir akademisyen arkadaşın anlattıkları geliyor aklıma, o sıralar bir vesileyle yazmıştım da galiba. Yürüttükleri bir alan çalışmasında karşılaştıkları öyküyü anlatıyordu. Bir yoksul mahallesinde evlere giderek görüşmeler yapıyorlar. Hemen her evde, bir komşularıyla ilgili hep aynı nakaratla karşılaşıyorlar, üstelik biraz kızgınlık biraz kıskançlıkla: “Onlar zengin!” Sonunda anlıyorlar ki, meğer en iyisi geçici işlerde çalışarak hayatlarını sürdüren insanlardan oluşan mahalledeki o tek evde sigortalı olarak çalışan, hem de bir değil, iki kişi varmış. Ücretlerini de sormuşlar: Yanıt, asgari ücretmiş elbette ev halkının nüfusu ise sekiz mi dokuz mu, tam hatırlamıyorum şimdi. “Zenginlere” bakın siz!

Bir başka açıdan bakıldığında ise, işli-işsiz, kayıtlı-kayıtsız bütün bu emekçiler, sadece onlar da değil, toplumun çok büyük bölümü, bir de, Türkler ile Kürtler olarak ayrılıyor.

Yine toplumun bütününde dindarlar ile dindar olmayanlar diye iki büyük küme var. Her iki tarafa da, aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere, başka adlandırmalar yakıştırmak da mümkün.

Madem dinsel parçalanmaya geldi söz, Sünniler ile Aleviler de burada bir yer alabilirler. Daha önce belirtilenler kadar önem taşımıyor artık, devir değişti, kapitalizm gelişti, biçimindeki sola da bulaşık olası itirazlara karşı iki basit soru yöneltmekle yetinilebilir. Biri şu: Aleviler, bırakalım herkes için bir hak sayılan ritüellerini korkusuz ve engelsizce gerçekleştirmelerini, kimliklerini açık edebilme konusunda bile kendilerini rahat hissedebiliyorlar mı? Öteki soru, pek çok soru sorulabilir de, şu olsun: İki parçada yer alan genç kızlarla erkekler karşı taraftan insanlarla evlenmeye kalktıklarında, “etraf ne diyor?” Aynı soru, kadınları meta derekesine düşüren geleneksel üslupla da sorulabilir: “İki taraf rahatça kız alıp verebiliyor mu?”

Paramparça sıfatını hak eden bu toplumu yönetenlere karşı muhalefet edenler arasında da çok parçalılık olması beklenilir midir? Başka bir anlatımla, burada bir simetri olması gerekir mi? Gerekip gerekmediği bir yana, ortadaki tablonun böyle olduğu ileri sürülebiliyor.

Düzen içi muhalefetin müzmin ana partisi CHP’nin içi parçalıdır çıplak gözle bakıldığında, biri şimdiki biri düşük başkan yandaşları biri de bunların dışındakiler olmak üzere en az üç parçadan söz edilebilir. Bu parti, aslında, bir yandan AKP’ye “muhtaç olduğu tarihsel meşruiyet”i sunma yolunda çaba gösterirken, bir yandan da yine AKP’nin belirlediği “diğer ulusun partisi” olmaya adaylığını koyup koymamanın kararsızlığını yaşamaktadır. Bu cümlede, ilkini, Aytek Soner Alpan’dan, ikincisini Cenk Saraçoğlu’ndan aktardığım deyişler, bu iki yazarın dünkü soL gazetesinde yayımlanan ilgiye değer yazılarında yer alıyordu. Okuyanlara hatırlatıp okumamış olanlar için önererek CHP başlığını kapatmak, bu yazıyı da kolaylaştıracaktır.

Öte yanda, bir bölümü CHP içinde bir bölümü dışında bulunan, 1923 Devrimi’nin çaresiz sürdürücüleri var. Bu “sürdürücüler” sözcüğüne hayranlar, hayıflanıcılar, kavgacılar türü birkaç sözcük daha eklemekle, hem durumu daha iyi anlatmak hem de burada da var olan parçalılığı sezdirmek mümkündür.

Düzen dışı muhalefet için de parçalılık özelliğinin belirgin olduğu söylenebilir. Son zamanlarda birtakım ortak işler yapma niyet ve becerisini göstermekte olan sol için değil sadece, belki daha sınırlı olmak üzere, Kürt muhalefeti için de…

Bu arada, iktidar cephesinde de tek adam yönetimi görünümü altında bir parçalılıktan söz etmek, çok kolay sanılan erken yerel seçim girişiminin çuvallamasını bunun son belirtisi olarak göstermek, hatta iç ve dış müttefiklerle kaynaşmışlığın sarsıldığına değinmek mümkündür. Ama, bu kadarı biraz fazla görünebilir üstelik, baştan beri belli bir kaygıyla birtakım saptamalar yapmaya çalışıyoruz, iktidardakilerin sıkıntıları bizi niye tasalandırsın!

Dolayısıyla, daha fazla uzatmadan, şimdilik şöyle bir sonuca varılabilir:

Geçen yüzyılda ortaya atılmış “devrimci durum” öğretisinde, toplumun tümünü kesen, onu iki ana bölüğe ayıran bir yarılmadan söz edilir. Bunun varlığını “devrimin temel yasası” adını verecek kadar önemseyen ve o öğretinin adına yazılı olduğu Lenin tarafından 1920’de yapılmış formülasyona göre, “ (…) ulus ölçeğinde (hem sömürülenleri hem sömürenleri etkileyen) bir bunalım olmadıkça, devrim imkânsızdır.” Hemen ardından da bu tür bir bunalımın sadece savaşla ilgili olarak düşünülmemesi gerektiği belirtilmiş, 1894’te bütün bir Fransa’yı gerici ve ilerici kamp olarak ikiye bölen Dreyfus Olayı, böyle bir bunalıma örnek gösterilmiştir. Bu yazının başından beri söz edilen parçalanmışlık görüntüsünün bundan çok farklı olduğu belirtilmelidir. Belki, baştan beri örnek verilen durumların her birinde bir yarılmadan ve ikiye bölünmeden söz edilebilir. Bu yarılmalar, ayrı ayrı ve yan yana gerçekleşip çoğaldıkça, ortaya çıkan görünüme uygun düşen sıfat ise “paramparça” oluyor. Ancak, bunların büyük bir bölümü, toplumun devrimci dönüşümü açısından kaygı yaratması gereken yarılmalar.

Bu çok parçalılık görünümünü bir ana yarılmaya dönüştürebilecek nesnellikler ortaya çıktığında, öznel müdahalenin başarı şansı, bugünden kestirilmesi imkânsız ölçülerde artabilecektir. O nesnelliklerin nasıl olacağına ilişkin bazı tahminler yapılabilirse de, ne zaman ortaya çıkacağı bilinemez.

Bununla birlikte, bir bölümü ciddi ölçüde kaygılandırıcı olan, dolayısıyla giderilmesi gereken parçalılığın bilinç düzeyinde sadeleştirilmesinde öznel müdahalelerin katkısı kesinlikle önemsiz değildir. Zaten, tersini düşünmek, teorik açıdan pek kaba bir determinizm, pratikte ise teslimiyetçilik anlamına gelir ve her ikisi de hem devrimci hem etkileyici olma iddiasını taşıyan bir politika anlayışının uzak durması gereken başlıca eğilimler arasındadır.