Ordunun eskisiyle yenisi

Bu yazıdan önce, Özgür Şen’in Çarşamba günü burada yayımlanmış yazısını okuyanların hatırlamalarını, okumayanların ise okumalarını öneririm. Kendi işimi kolaylaştırmak için önerimin yerine getirildiğini varsayarak yazacağım; bunu yaparken yazının okunurluğunu güçleştirmiş olmayalım.

Bununla birlikte, hatırlamaya çalışacaklara yardımcı olurken okumaya erinenlere de pek kısa bir özeti çok görmeyelim.

Ne diyordu Özgür?

Uyguladığı birtakım operasyonlara rağmen kendi ordusunu kurma işini tamamlayamayan AKP, bir de darbe girişimi ile karşı karşıya kaldıktan sonra, Ergenekon, Balyoz ve benzeri adlandırmalarla yürütülen öncekilerden daha farklı da olsa operasyonlarını sürdürüyor; ama bozma ya da yıkma konusunda az çok başarılı olmakla  birlikte kurma işinde o kadarını bile beceremiyor. Yine de AKP Türkiye’sinin kendi ordusunu yaratma yolunda aldığı mesafe küçümsenemez. Dolayısıyla, eski ordu da onun yapısı da artık bir hayaldir  ve herkesin hesabını hayallere göre değil gerçeklere uygun olarak yapması gerekir.

Şimdi biraz eskilere gidelim ve şuradan devam edelim:

Mayıs ayının 27’nci günü ile anılan ve üniversite gençliğinin ağırlıkta olduğu bir halk hareketinin üzerinde yükselen hükümet darbesi gerçekleştirildiğinde, Türkiye’nin bir NATO üyesi oluşunun üzerinden sadece sekiz yıl geçmişti. Bunun, ordunun henüz tam anlamıyla bir NATO ordusuna dönüşmesi bakımından yeterince uzun bir süre olmadığı düşünülebilir; böyle düşünmekte çok fazla sakınca yoktur. İzleyen dönemin hızla gelişip güçlenen Türkiye burjuvazisinin “Bir daha asla!” diyerek yaptıkları ve destekledikleri ile dolu olduğunu söylemenin ise hiçbir sakıncası bulunmuyor.

Yapılanlar ve yapılmasına destek verilenler olarak dile getirdiklerim, aslında, birbiriyle iç içe geçiyor. Hemen her zaman öyledir: Burjuvazi, bazı işleri doğrudan kendisi yapar bazılarını ise esas olarak siyasal iktidarlar eliyle yaptırır ya da yapılmasını destekler. Bütün o işlerden burada ikinci sırada belirttiklerimiz, hemen her zaman, ilk sırada yazdıklarımızdan çok daha fazladır. Bu yüzden, toplumda egemen konumda olanlar, yönetenler, başkaları imiş gibi görünür.

Burjuvazinin “Bir daha asla!” diyerek yaptıkları ve yaptırdıkları arasından ikisini seçerek devam edelim. Bunlardan biri, ordunun asal ya da sürekli öğesini oluşturan subayların geçim koşullarında sağlanan iyileştirmeler, öbürü ise bir kurum olarak ordu ile kapitalist ekonominin bütünleşmesine yönelik düzenleme ya da örgütlenmeler. Aslında ülkemizin 60 yılı aşkın geçmişindeki, ister açıklama ister değiştirme peşinde olanlar açısından, çok önemli bazı sorular buralarda gizli. Yanıtları arama konusunda ise akademiada herhangi bir kapasite ve istek bulunmadığına ya da bırakılmadığına göre, iş yine değiştirme peşinde olanlara düşüyor.

Benim burada subayların geçim koşullarının düzeltilmesi ve bu düzeltmenin gitgide ileri götürülmesi konusunda değinebileceğim bir yaşantım var. Daha sonraki pek çok başka gözlem ve istatistik ile doğrulandığını bildiğim için rahatlıkla sözünü edebiliyorum.

Cumhuriyet ile yaşıt ve biri sivil öbürü askeri memur iki yakınım vardı. Aralarında herhangi bir sorun bulunmayan, hatta bir araya gelerek oturup kalkmaktan hoşlanan bu iki akrabadan sivil memur olanı subay olan ötekini kastederek şöyle derdi: “Eskiden ikimiz de hemen hemen aynı durumdaydık. Ama onlar 27 Mayıs’tan sonra aldı yürüdü!” Bunu söyleyen, 27 Mayıs düşmanı falan değildi; tam tersine, sıkı 27 Mayısçı idi; hatta, o sıralarda İstanbul’daki 1. Zırhlı Tugay’da başlatılıp kısa sürede tüm ülkeye yayılan alyans bağışlama kampanyasına katılmış, biraz ikna daha çok da tehdit yoluyla karısının yüzüğünü de alarak “memleket ekonomisine bir nebze destek olur” umuduyla devlete bağışlamıştı.

Kapitalist ekonomi ile bütünleşmenin ise, yine ilk kaygı ile de bağlantılı olmak üzere, başka araçların yanı sıra çok amaçlı bir şirketin oluşturulması yoluyla gerçekleştirildiğini; bu şirketin gitgide büyüyerek sınır ötesinde iş ve yatırım yapar duruma geldiğini biliyoruz.

Türkiye burjuvazisinin bir daha hiç yaşamak istemediği o tür bir olayı önlemek için aldığı ve destek çıktığı önlemler sonunda, gerçekten de, bir daha asla öyle bir olay, öyle bir anayasa, emekçilerin mücadelesinin önündeki engelleri azaltan öyle ortamlar yaratılmamış, tam tersinin gerçek olması için sert ve sert sözcüğünün anlatmakta yetersiz kaldığı müdahaleler gerçekleştirilmiştir. Bir sonrakinin habercisi olan “yarım kalmış 12 Eylül” diyebileceğimiz 12 Mart darbesinin ardından daha 10 yıl dolmadan gelen 12 Eylül’ün kendisi, düzenin bekasını, kalıcılığını, koruyup kollarken gözü hiçbir şey görmeyen, her türlü hoyratlığı, süreklileştirilmiş etkiler yaratma hedefini devreye sokan baskı ve zulüm yılları yaşatmıştır. Bunların birçok öğesinin olağan sayılan yıllara da yayıldığını, böylece demokrasinin yeni özellikler kazandırılarak zenginleştirildiğini de ekleyebiliriz.

O arada, 12 Eylül’e hazırlık döneminin bir yerinde başbakanlık müsteşarlığına, hemen ardından “beşi bir yerde” tarafından başbakan yardımcılığına getirilen, sonrasında seçim kazanarak başbakan, en sonunda biraz da kendi işini kendi görerek cumhurbaşkanı olan Özal’ın, bu uğrakların son ikisi sırasında geliştirdiği bir projesini hatırlamakta yarar olabilir.

İlk kez 1980’lerin sonuna doğru Toplumsal Kurtuluş dergisinde ve Özal’ın çok yakını olan gazetecilerden Yavuz Gökmen kaynak gösterilerek sözü edilen bu projeye, soL’daki 20 Aralık 2009 tarihli yazımda şöyle değinmişim:

“(…) Gökmen aralarındaki bir sohbeti gazetesindeki köşesine aktarırken buna değinmişti. Özal’ın kafasında, bilinen ordunun dışında, sayıca kalabalık ve güçlü bir polis ordusunun bulunduğunu yazıyordu ve bunun ordunun siyasete müdahalesi üzerine konuşurlarken, bu bağlamda, o istenmeyen duruma karşı bir caydırıcı önlem olarak sohbetin gündemine getirildiğini belirtiyordu.

(…) Daha sonraki yıllarda Özal’ın bu tasarımını yahut tahayyülünü sık sık hatırlamışımdır. Bu hatırlayışların ürünü olarak, o orduya ilişkin gerçekleşmelerin ne durumda olduğunu da merak etmişimdir. İlk akla gelen bir gösterge olarak da sayıca hangi düzeyde olduğunu… Sözgelimi, 1994 yılında düzenlenen bir kongrede, verilen bir çay molası sırasında, başkanlık yaptığım oturuma konuşmacı olarak katılan bir doçente sorduğumu hatırlıyorum. O sırada Polis Akademisi’nde görevli olan ve daha sonra bir taşra üniversitesine geçen bu doçent, 200 binin epey üzerinde bir sayı vermişti.

Şimdi kaç olmuştur acaba?”

Şu son soruyu bundan sekiz yıl kadar önce sormuşum. İster istemez akla geliyor: Ya şimdi kaç olmuştur?

Üstelik, arada on beşinci yılına yaklaştığımız bir AkP koalisyonları dönemini yaşadık. Kendisi bir koalisyon olan AkP, bizim arkadaşlarımızın pek yerinde yakıştırmasını kullanırsak, AsParti ile 5-6 yıl süren sıkıntılı bir koalisyon döneminden sonra, önce koalisyonun birinci ortağı durumuna geldi, ardından çeşitli operasyonlarla ortağını koalisyon dışına atarak hâlâ tümüyle sonuçlanmamış bir tasfiye sürecine soktu. Nihayet, iktidarının başından, hatta daha öncesinden beri oluşturulmuş koalisyonun en fazla palazlanmış “sivil” ortağının karma karışık ve başarısızlığa mahkum darbe girişimiyle karşılaştı. Bir süredir, bu girişim ve sonrasında ortaya çıkan durum da değerlendirilerek, eğitiminden bütün kurum ve kurallarına kadar, kendi deyişiyleriyle, “eski Türkiye”nin ordusunun dağıtılmasına, ama yenisinin ne tasarım ne uygulama anlamında henüz oluşturulamayışına tanıklık ediyoruz.

Yeniden Özgür’ün yazısındaki son cümleye dönersem, yaratılmaya çalışılan, ama daha başarılamayanın “AKP Türkiyesi'nin ordusu” olduğu belirtiliyor ve ekleniyordu: “Herkes hesabını hayallere göre değil gerçeklere uygun yapsın.”

Bunu neden mi tekrarlamak gereğini duydum? Geçenlerde işittiğim bir söylentiye göre, 57 yıl önce devrik iktidar mensuplarının savunucusu olmuş yaşlı ve emekli bir siyaset adamı, “bu işi ordu yapar” diyesiymiş. Toplumsal sınıflarmış, onların çatışmasıymış, bu çatışmadaki saflaşmalar ve arada kalanlarmış, bütün bunların ayrı ayrı ve hep birlikte nereden nereye geldikleriymiş, hiçbirinin önemi yok sanki…

Ne demeli? Herkes bakar, ama sadece nereye ve nasıl bakılacağını bilenler görür.