Ömürler Nasıl Geçebilir?

Bu sorunun içinde “nasıl geçer -ya da- geçiyor” ve “nasıl geçmeli” de var elbette. Böyle bir sorudan yola çıkıyorsak, hiç uzak olmayan bu anlamları da akılda bulundurmuş, az çok üzerinde düşünmüş olmalıyız. Öyle de oldu zaten ama, sonunda, bu soruda karar kıldık. Daha doğrusu, karar kıldım. Birinci kişi öznesi ile yazılacak, burası belli de, tekil mi olacak çoğul mu, orası belirsiz. Hem doğuluyuz hem de iştirâkiyye taraftarıyız madem, ikide bir ben deyip durmak ve yazıp durmak yakışık almaz bir yanda bu var. Bütün bu yazılıp söylenenlerin yazanı, söyleyeni, altına imza atanı, sorumlusu yalnız ve yalnız bir kişi olduğuna göre, seçilecek özne de tekil olmalıdır bir yanda da bu duruyor. Sonuçta ise belirsizlik sürüp gidiyor ve özne kimileyin tekil, kimileyin çoğul yazılarak bir yol bulunmuş oluyor işte.

Ama, şimdi yazacağım cümlenin öznesi tekil olmak zorunda çünkü, çok somut bir işi yaptığımı yazacağım ve o işi birden çok kişinin birlikte yapması, çok özel amaçlar ve durumlar dışında, biraz tuhaf kaçar.

Üç beş gündür Kaan Arslanoğlu’nun son kitabını okuyorum, Reenkarnasyon Kulübü’nü. Aslında, gerçekten istisna denebilecek kadar az sayıda örneği saymazsam, hiçbir romanı bundan daha yavaş, dolayısıyla daha uzun bir sürede okuduğumu hatırlamıyorum. Şu son yazdığım cümle, romanla ilgili bir övgü ya da yergi içermiyor. Öyleyse, ne anlama geliyor? Galiba, böyle demekle şu basit gerçeği saptamış oluyorum: Hızlı okumamak için kendimi zorluyorum nerdeyse, hızlandığımı fark ettiğimde frene basıyorum. Kimileyin de o frenler roman metninin içinde karşıma çıkıyor benim hızlı gitmemi engelliyor, hatta kafam onlara takıldığı için, büsbütün vazgeçiyorum okumaktan, kitabı bir kenara bırakıp fren etkisi yaratan o metin parçaları üzerinde düşünmeye başlıyorum.

Bana ömürler nasıl geçer, geçmeli ve geçebilir sorularını sordurup okumaya devam etmemi engelleyen ama bu olumsuzluğa karşılık, böyle bir yazıyı tetikleme gibi bir olumluluk da taşıyan, o tür satırlardan biri oldu. Romanın yan karakterlerinden, belki de daha doğru olabilecek deyişle, ikincil kişilerinden biri var, yazarın romanın birincil kişileriyle tanışmasına vesile olan bir komünist parti üyesi. Bundan sonrası için doğrudan alıntıya başvurmak daha iyi olacak. Şöyle anlatılıyor romanda:

“Bir tekstil firmasının muhasebe işini yapıyor. Günde ortalama sekiz buçuk dokuz saat çalışma. Cumartesi bazen. İşyeri huzurluymuş, maaşı pek tatmin edici değilmiş, ama iş saatlerini kendi ayarlayabildiğinden başka işlere vakit kalabiliyormuş. O yüzden memnun. Başka işler dediği de parti işleri. Eşi de bir bankada çalışıyor. Sormadım ama, belki okuldan tanışıyorlardır. Belki de partiden. Evet, o da partiliymiş. Bir çocukları var, ikinciyi düşünüyorlarmış, fakat düşünemiyorlarmış. Eşi uzun süre işsiz kalmış, o yüzden ne kadar da vakitsizlikten, yorgunluktan şikayet etseler, sonunda işsizlerin halini düşünüp, bu da iyi diyebiliyorlarmış. (…) İşsizlere acıyorum da çalışanlara daha çok acıyorum. Hele İstanbul’da yaşamanın üstüne bir de çalışmak… Çocuk da yapmışlar. Parti işlerine de koşturuyorlar… Karabasan yahu! Büyük şehirlere gelerek durumlarını daha da zorlaştırıyorlar üstelik. (…) Ne zaman ne kadar enerji bulacaklar da, kafaca ne üretecekler işlerinin dışında? Neyi ne kadar okuyabilecekler? Böyle bir koşturmaca, böyle bir boğucu yaşamda.” (s. 156-57)

Bunları ve, alıntıyı fazla uzatmamak için aktarmadığım, hemen ardından gelen satırları okuduktan sonra, nasıl derdik, “efendi gibi”, okumaya devam etmek ne mümkün! Duracaksın ve üç beş satır olsun yazacaksın.

Yukarıya alıntıladığım satırlarda romancının ağzından ve oradaki “ikincil roman kişisi” Ferdi’nin yardımıyla anlatılan, anlatılan demek biraz abartılı oluyor, sadece değinilen demek daha doğru, işte öyle değinilip geçilen durum, gerçekçiliğin mi göstergesidir, yoksa daha da ötesi doğalcılık mı demek gerekir? Çok gelişkin bir fotoğraf makinesi ile yaratılmış bir doğalcılık demek daha yerindedir belki de. Belagatin şehveti denir ya, güzel konuşmanın olur da güzel yazmanın, daha doğrusu, güzel yazma hevesinin şehveti neden olmasın? Az önceki de öyle oldu galiba. Doğalcılığı gerçekçiliğin daha gelişmişi düzeyine yükselten bir anlatım ortaya çıktı. O halde, devam etmeden önce bu düzeltmeyi yapmakta yarar var.

Devam ederken de hemen şunu yazmalıyım: Ben, hiç de kısa sayılamayacak ömrümde, büyüğüm, küçüğüm ya da yaşıtım olan pek çok sayıda Ferdi ile karşılaşmış, tanışmış, dost ve yoldaş olmuşumdur. Böyle bir saptamayı yapabilecek daha ne çok insan vardır ayrıca. Kısacası, buradaki roman kişisi Ferdi’nin durumu son derece tipiktir.

Oysa, biz daha kısa pantolonla bu devrimcilik işlerine girip ortalıkta dolaşırken, ilk işitip öğrendiklerimizden biri, öyle bir biçimde boş zamanlar yaratmaya bakıp oralarda devrimcilik yapmakla bu işin olmayacağı idi ve pek çok başka önemli “hususta” olduğu gibi burada da “Nâzım Baba”mızdan öğreniyorduk. Adlı adınca, yerli yerince yazacak olursak, onun ta 1932’den kalmış “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” başlığını taşıyan uzun şiirinden:

“Benerci inkılâpçı bir gençtir.

Hazım zamanlarını, boş gecelerini değil,

Boydan boya ömrünü vermiştir ihtilâle…”

Böyleydi, “boş gecelerini değil, boydan boya ömrünü vermek gerekiyordu devrime”…

O halde, o Ferdi’lere devrimci dememek mi gerekiyor? Ya da bir türlü inandırıcı bir nedeni bulunamayan başarısızlık, yetersizlik, yenilgi sözcükleriyle anlatılabilen sonuçların kaynağındaki etken bu mudur? Yoksa, Nâzım’ın yaklaşık seksen yıllık dizelerinde dile getirdiği, gerçekler karşısında epeyce yıpranmış bir romantizmden mi ibarettir?

Art arda sıralanmış bu soruların, soru biçimindeki kuşkuların, hiçbiri dayanaksız olmamakla birlikte, topluca ya da ayrı ayrı kabul edilebilir olduğu da söylenemez. Hatta, bu kuşkuların tersine, şunu söylemek gerekir: Toplumsal mücadelenin örgütlerini oluşturan insanların çoğunluğu, büyük çoğunluğu diye de düzeltebiliriz, şu roman kişisi Ferdi’ye benzer insanlar olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Sık sık ya da seyrek olarak işsiz kalan, iş bulup çalıştıklarında ise hem süre hem başka açılardan yorucu, bezdirici, kimileyin ezici koşullara göğüs germek zorunda olan, o arada bütün insanlar gibi üzülen, sevinen, aşık olan, evlenen, boşanan, çocuk sahibi olup onları yetiştirmeye uğraşan, bunları yapmadan hayatlarını sürdürmeleri mümkün olmadığı için bütün bunları yaparken de, bir yandan, devrimi amaçlayan toplumsal mücadele örgütlerinde ve siyasal partide görev alan, iş yapan, koşturan insanlar…

İnsanlar tarafından yapılmazsa gerçekleşmesi mümkün olmayan devrimi yapacak olan işte o insanlardır. Dolayısıyla, o insanlara “devrimci” demek, hem onların hakkını teslim etmek anlamına gelir hem de gerçekçiliğin bir gereğidir.

Bir de şu var, eklesem iyi olacak.

Birkaç hafta önce, arkadaşlarım beni arayıp “Ekim Devrimi sizin için 2011 yılında ne anlam ifade ediyor?” sorusuna kısa ve “özel” yanıtlar istemişlerdi. Onlara yazdığım yanıtın bir paragrafını buraya aktarıyorum:

“Ekim Devrimi’nin, özellikle de onun kişi düzeyindeki önderinin bugüne taşıdığı anlam üzerinde kafa yorarken, hiç atlanmaması gereken bir nokta da şudur: Devrim, ondan önce yaşanacakları sadece ona ve sonrasına bir hazırlık olarak düşünen, bunu bir özveri değil, düpedüz yaşamanın ve mutlu olmanın yolu olarak gören bir insan tipinin ve o tip insanların oluşturduğu bir örgütün varlığını gerektirir, öngörür, şart koşar. O tip insanların ortaya çıkması, belli bir çokluğa ulaşması ve oluşturdukları örgütü kabul edilebilir bir gelişkinliğe kavuşturması, devrimin önkoşullarından biri ve, ille de zaferin güvencesi aranacaksa, tek güvencesidir. Ekim Devrimi’nin insanlığın sonraki kuşaklarına aktardığı bu paha biçilmez ders, onun bugün de hâlâ anlamını koruyor oluşunun başlıca nedenlerinden biridir.”

Ferdi ve benzerleri, romancının bir ara dayanamayıp “Karabasan yahu!” diye araya girdiği bütün o koşuşturma içinde, devrime hazırlanmaktadırlar aslında ve bildikleri hayat da mutluluk da budur. Peki, bu bütün dinlerin inananlardan beklediği “öte dünyaya hazırlanmaya” benzemiyor mu? Başkalarının yanı sıra şu nedenle de benzemiyor: Birinciler, kendilerine sunulacak bir cennet uğruna yaşayıp hazırlık yapmıyorlar, hazırlandıklarına ulaştıkları anda kendilerini öncekinden daha az koşuşturma gerektirmeyen bambaşka bir dünyayı kurma işinin beklediğini bilerek uğraşıp koşturup duruyorlar.

Tamam da, yukarıdaki “karabasan” yakıştırmasını ne yapmalı? Haksız mı? Hayır, haksız olmasına haksız değil, en azından büsbütün haksız değil, ayrıca pek çok yeni konu başlıklarına yollar açıyor isteyen okur düşünmeye, uygun koşulları sağlayabilmişse, başkalarıyla tartışarak düşünmesini kolektifleştirmeye devam edebilir.

Ama bu yazı burada bitsin.

Romanı okumaya devam edeceğim elbet. Bu takıntı ve ardından gelen uzunca sürmüş duraklamadan sonra daha fazla gecikme olmaz. Demek, birkaç saat içinde bitiririm. Bitirdikten sonra, romanın kendisi üzerine de yazarım.

Böyle desem, kendi niyetimin yanı sıra, bu yazının yaratacağını sandığım beklentilere de uygun olur. Lakin, diyemiyorum çünkü, benzer bitirişler yazdıktan sonra yazdıklarıma uygun davranamadığım çok oldu. O utandırıcı vaatlere bir yenisini eklemiş olmayalım.

İşte, baştaki onca laftan sonra, yine birinci çoğul kişi öznesi! Tutabileceklerinden emin olmadıkları yeni bir vaatten ürken yüzlerce kişi değiliz kuşkusuz, sadece benim böyle bir kaygım var. Öyleyse, düzeltmek gerekiyor: Bana bu yazıyı yazdıran roman üzerine, başlı başına onu ele alan bir yazı yazmayı da düşünüyorum ama, tutamadığım onca vaatten sonra, bu bir vaat değildir, diye de ekliyorum.