Ölenler, ana babalar, padişahlar, krallar

Ne zaman şehit oğlunun cenazesi kaldırılırken “Bir oğlum daha olsa, onu da gönderirdim.” diyen ya da henüz vatan görevi çağına gelmemiş bir, iki, üç ve daha fazla oğlu olduğunu ve onların da şehitlik mertebesine erişmek için beklediklerini haykıran analar, babalar, dedeler çıkarılsa televizyon ekranlarına, aklıma o çok bilinen öykü gelir.

Öyküye geçmeden, yukarıdaki cümlede düzeltme ihtiyacı var, onu yerine getirelim. Şimdiye kadar böyle dövünürken kabadayılığı elden bırakmayan babalar, dedeler, başka yakın akrabalar görmüşümdür de, analar gördüğümü hatırlamıyorum. Analara bu tür sözler söyletmek, herhalde, imkânsız olmalı.

Şimdi, gel de, şu düzeltmeyi yapma: Düzeltme dediğim, peygambere yakıştırılan, “teknik” terimle söylersek, bir hadis olduğu ileri sürülen sözle ilgili. Söz, aşağı yukarı şöyle: “Cennet anaların ayaklarının altındadır.” Bununla ilgili bir iki rivayet olduğu söylenegelmiştir. Bunlardan birine göre, cihada gitmeye niyetlenen bir mümin peygambere başvurarak bu niyeti ile ilgili istişarede bulunmak istediğini söylemiş. O da sormuş: “Annen hayatta mı?” Olumlu yanıt alınca da, annenin yanından ayrılma diyerek o sözü söylemiş. Demek, annenin yanında bulunmak, ona göz kulak olmak, onu hoşnut etmek, cennete gidebilmek bakımından cihattan bile daha önde geliyor.

Devam etmeden, bu konulara ilişkin herhangi bir uzmanlığımızın, uzmanlık ne söz, yakınlığımızın bulunmadığı okurlarca bilindiğine göre, kaynak gösterme zorunluluğu var demektir. Tek tek kaynak göstermeye gerek yok; Diyanet’in yanı sıra, “elini sallasan ellisi” çokluğuna ulaşmış vakıf ve tarikat kaynaklarının da birkaçına göz attıktan sonra bunları yazdığımı söyleyebilirim. Annelerin ayaklarının altındaki cennet konusunda  yazdıklarımı esastan yanlışlayacak bir kaynakla karşılaşmadım; sonuç olarak, oralarda görebildiklerimin aslına sadık bir özetini çıkarmış bulunuyorum.

Korkarım boyumuzca günaha girerek yapmaya kalkışacağımız “düzeltme” ise, tırnak içine alarak bu sözcüğü yaygın olarak bilinenden farklı bir anlamda kullandığımı gösterirsem  günahın büyüklüğünü biraz azaltabilirim belki, şöyle: Bu söz, sadece annelerin değil, “kadınların ayağının altındadır” biçiminde biraz değiştirilerek söylenecek olursa, pek de itiraz etmem doğrusu. Hatta, öte dünyadan bu dünyaya doğru gelip bir değişiklik daha yaparak, kurtuluşumuz kadınların ayağının altında, artık ayaklardan bir parça uzaklaşmakta yarar olabilir, kadınların ellerindedir, bile diyebilirim. Varsın, abartının ve dahi idealizmin dozunun epeyce kaçırıldığı ileri sürülsün…

Kutsal sözlerdir, üstelik ilk sahibi ile tartışma imkânı da bulunmamaktadır, dolayısıyla ürküp çekinerek yapmaya cüret ettiğimiz değişiklikten sonra, oğullarını ölüme göndermeye pek hevesli erkek milletini bir yana bırakıp, babaların da pek hevesli olmadığını ileri süren ve çok bilindiğini varsaydığım o öyküye gelebilirim şimdi.

Osmanlı padişahlarından birine yakıştırılarak anlatılır. Kimileyin hangi padişah olduğu bile söylenecek kadar somutlaştırılır, kimileyin sadece dönem belirtilir. Aslına bakılırsa, bunun ne tarih ne de coğrafya ile ilgisi vardır. Herhangi bir dönemde ve herhangi bir yerde yaşanmış olması mümkündür. Dolayısıyla, buradaki iradenin sahibi bir padişah değil, bir kral, bir başkan, bir başbakan yahut bir parlamento da olabilir. Hatta, çok büyük bir olasılıkla, hiç yaşanmamış ve halkın bilgeliğinin ürünü bir uydurma da olabilir.

Ben, kim bilir ne kadar yıl önce, ilk dinlediğim biçim ve biçeme sadık kalmaya çalışarak anlatacağım.

“Ekende yok biçende yok, yiyende ortak Osmanlı”nın padişahı, onlardan biri daha doğrusu, ardı arkası gelmeyen seferlerinden birine daha çıkacak. Kısa zaman içinde kim bilir kaçıncı kez asker toplamaya başlamış. Uyruklarından yaşlı bir adamcağız, kim bilir kaçıncı  oğlunu gönderip geri alamamış besbelli, kapısına dayanan padişahın adamlarına hatırı sayılır bir cesaretin eşlik ettiği kızgınlıkla söylenmiş: “Varın gidin, söyleyin padişahınıza, bir daha benim zürriyetime güvenip sefer eylemesin küffara!”

Şimdi, şu sorular akla gelmiyorsa, ona akıl mı denir?

Bunlardan, televizyon ekranlarında, gözlerimizin önünde olanlar ile o büyük olasılıkla uydurulmuş öyküdekilerden, dolayısıyla gerçek olup olmadığı bilinmeyenlerden  hangisi daha gerçektir? Konuşanlardan hangisi doğruyu söylemekte, gerçek duygu ve düşüncesini dile getirmekte; hangisi hangi nedenle içindekileri gizleyerek makbul olanı dışa vurmaktadır?

Yanıtı belli sorular işte…

Yalnız, başlıkta bir değişiklik ya da düzeltme yapılmazsa, yazıyı da bitirmek üzere olduğumuza göre, önemli bir eksiklik ortaya çıkabilir. O düzeltme, en sona eklenecek “patronlar” sözcüğüdür. Yoksa, özellikle de padişahlarla kralların bazı karikatürleri dışında o kadar da hükmünün bulunmadığına bakılarak, pek kısaca anlatılan sorunun büyük ölçüde geçmişte kaldığı yönünde bir çağrışıma yol açılabilir. Oysa, halk arasında genellikle “patronlar” diye anılan toplumsal sınıfın ortaya çıkışı ve silahı külahı, asmayı kesmeyi, ezmeyi öldürmeyi varlık biçimine dönüştürerek çok uzun süredir egemenliğini sürdürüyor oluşu, bu yazının  tam zamanında olduğu düşüncesiyle dert edindiği trajik durumun bir türlü yok edilemeyen temelinde yatmaktadır.

O trajik durum, doğanın nimetleri dışında ama onlardan da yararlanarak, bütün değerlerin yaratıcısı olan emekçilerin, hem o değerlerin hem de kendileriyle birlikte karşı karşıya getirildikleri başka emekçilerin yok edilmesine katılabilmeleridir. Üstelik, o lanetli katkıyı yapmadıkları barış dönemlerinde bile ne tür sıkıntılar, yokluklar ve aldatmalarla karşı karşıya bırakıldıklarını bilerek…

“Bu da ne demek oluyor?” türü sorulara karşılık olarak, ülkemizin Maliye Nazırı’nın en son vergi müjdelerini açıklarken öne çıkardığı gerekçeyi belirtebilirim. “Hem içeride hem dışarıda savunma ve güvenlik işleri öyle kolayına ve ucuzuna olmuyor” demeye getirmiş nazır hazretleri. Türkçeye çevirirsek, şu demek oluyor: Cepheye ve cephe ötesine gidip şehadet şerbetini içmeyi beklemek yetmez, tütününü sarıp içtiğin kâğıda kadar ne kadar mal varsa vergisini misliyle verip silahların, tankların, uçakların çalışır durumda olmasını da sağlamak zorundasın.

Bir de, bu nazır sözcüğünün neden kullanıldığı akla takılabilir. Maliye Nazırımızın bu açık sözlülüğünün, “nazır” sözcüğü dolayımı ile, kuşkusuz hayranı olduğu Osmanlı’yı hatırlattığını söyleyebilirim. Malum, o zamanlar, bakan yerine nazır, savunma bakanına da harbiye nazırı derlermiş. Madem bu kadar Osmanlı hayranı şimdiki yönetenlerimiz, savunma bakanı değil savaş bakanı demek de onlara yakışan bir adım olur; belki ileride, onun yerine, adlı adınca harbiye nazırı diyerek bir adım daha atarlar. Böylece, hem Osmanlıcılıkta biraz daha ileri gitmiş, hem de savaş bakanı sözlerindeki apaçıklığı bir parça gizlemiş olurlar.

Sözün kısası, önce çok çeşitli ve hepsi de yüce amaçlar uğruna yok yoksul yaşamaya çabalarken, bir iş bulabilmişse kölelik ücretlerine ve ikide bir iğneden ipliğe yüklenen vergilerle fiyat artışlarına katlanmak, sonra da, zamanın geldiği büyükleri tarafından kararlaştırıldığında, ölüp öldürmeye koşmak: İyi yurttaş böyle tanımlanıyor artık. İyi yerine zavallı konursa, gerçeği yansıtmadığı söylenemez.   

“Kılıçla, süngüyle savaşırken kahramanlık önde gelirdi; ama şimdi ileri tenolojili silahlar olmadan olmaz, onların yüksek maliyetini de herkes bölüşmeli” itirazıyla karşımıza çıkılırsa, hem karşımızdakileri uyarmak hem kendimize umarsız olmadığımızı hatırlatmak bakımından,  Brecht’in en bilinen şiirlerinden birini okuyabiliriz, A. Kadir ile A. Bezirci’nin çevirilerinden:

Tankınız ne güçlü, generalim,

siler süpürür bir ormanı,

yüz insanı ezer geçer.

Ama bir kusurcuğu var:

İster bir sürücü.

 

Bombardıman uçağınız ne güçlü, generalim,

fırtınadan tez gider, filden zorlu.

Ama bir kusurcuğu var:

Usta ister yapacak.

 

İnsan dediğin nice işler görür, generalim,

bilir uçmasını, öldürmesini, insan dediğin.

Ama bir kusurcuğu var:

Bilir düşünmesini de.