Öğretmenlerim için

Bu yazı yeni yılın ilk gününde okur önüne çıkacak. Daha ilk günden derin tahliller attırmayalım, ilk günden bunaltıp iç karartmaktansa, biraz geriye dönüp, biraz değil belki fazlaca eski günlere gidip, bir tür borç ödeyelim, dedim. Yanlış aslında; ödemek o kadar kolay değil, hele bu tür borçları…

Olsun varsın.

Bir teşekkür de mi olamaz? Küçük bir anma… Birkaç anı kırıntısı, biraz hüzün, biraz keyif, çokça minnettarlık…

Umarım, fazla kişisel bulunmaz. Bulan olursa, anlattıklarımda tipik olan yanların varlığını ileri sürerek itiraz ederim.

* * *

Çanakkale’deyiz; 27 Mayıs günleri başlayalı epey olmuş. Daha ortaokul öğrencisiyiz. Sırrı Bey adında bir resim öğretmenimiz var. İsmiyle müsemma; gizlerini ele vermeyen, başına buyruk, serseri ruhlu.  “Komünist miymiş ne?” Arada bir böyle laflar işitiyoruz. Ama iyi bir adam, nasıl olur? Pek aklımız almıyor! Nedense, birçoğu gibi soyadını hatırlayamadığım bu öğretmen, ikide bir konular verip resim yaptırır bize. Sonra, birkaç hafta boyunca, herkesi sırayla kara tahtanın önüne kaldırıp yaptığı resmi tutturur şöyle ve sandalyesini kenara çekip oturur,  eleştirmeye başlar: “Oğlum sen hiç böyle attan büyük çocuk gördün mü? O ağacın yaprağı niye kızın ağzına girmiş? Sen hiç deniz kıyısına gidip bakmaz mısın, gökyüzü ile denizin mavisi böyle badana boyası gibi aynı mı?” Böyle sürüp gider; sınıf kahkahalara boğulur, lakin resmi yapanda şafak atmış, ya 0 ya 1 gelecek, derken, söyler notunu: ya 9 ya 10. Hepimiz harıl harıl resim yapar olmuştuk. Yeteneğin kırıntısı olsaydı bende, hâlâ resim yapıyor olurdum. O adam bir görüntüye nasıl bakmak gerektiğini ilk öğretenimizdir.

Bir de “best-seller”ci Hüseyin Bey’i unutmam. Türkçe öğretmeni. O zaman ne o deyim var ne “çok-satar”, ama bize getirip önerdikleri genellikle o türden şeyler; yine de roman okuma alışkanlığını ilk ondan edinmişizdir.

Zaman ilerlemiş, “görkemli 61-71’in” ortasında ve bir zamanlar cumhuriyetin esaslı okulları arasına adını yazdırmış Bursa Erkek Lisesi’ndeyiz. Yenisini ve çok daha ilerisini kuracağımız için yıkılışına bugün artık üzülmediğimiz cumhuriyetimizin ilk kuşak öğretmenlerinden küçük bir grup kalmış hâlâ. Saçlarında ağarmamış tek bir tel görülmeyen, yurtsever, müthiş birikimli bu insanların son öğrencileriyiz. Ne talih!

Onlardan biri, Halil Bey, coğrafyacı. Hani şu “dil-tarih-coğrafya”nın coğrafyası. Bizim kuşakların hiç terk etmediği “hababam sınıfı” geleneğini sürdürüyor ve öğretmenlerimize hep bir lakap takıyoruz. Ona “İmam” demişiz. Ama bunda kötücül bir anlam yok. Daha bugünün “tüccar imamları” ortaya çıkıp başa geçmemiş. O yakıştırma, muhtemelen, kendisinin sürekli iyiyi, doğruyu, yalanı, yanlışı gösterme, uyarıp yönlendirme alışkanlığından esinlenmiş olabilir. Pek çocukça, ama hep de kandığı bir oyunumuz olurdu sık sık. Eğer sınav yapacağını önceden kendisi söylemiş ya da biz tahmin etmişsek, sınıfın en hergele adamını görevlendirir,  sabah İlhan Selçuk’u okuturduk; o, Hoca sınıf mümessilinden yoklamayı alır almaz en ön sıraya geçmiş, elini kaldırıp sorardı: “Hocam, bugün İlhan Selçuk’u okudunuz mu?” Genellikle okumuş olur ve başlardı anlatmaya. Ama, arada bir, henüz okumamış olursa, işimiz zorlaşırdı; çünkü, bizim o arkadaşın okuyup yazmakla başı hoş değildi, doğru dürüst okuyup anlamazdı; biz de, birkaç kişi yakınına yerleşip, söze karışmak zorunda kalırdık. Halil Bey hep İngiliz emperyalizmini ve onlardan şahsen de tanımış olduğu pis herifleri anlatırdı; emperyalizmin Amerikan döneminden habersiz değilse de, varsa yoksa İngiliz emperyalizmi. Anlatır da anlatır… Ders zilinin çalmasına yakın ya da çalışıyla birlikte farkına varırdı; “Keratalar, gene kaynattınız, gelecek ders imtihandan kaçış yok, anlamam!”    

Sonra, bizim Fatma Nine’miz, tarih hocamız. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, onun anlattığı tarih derslerinin, bugün gelişmiş bir üniversitedeki tarih derslerinin düzeyinden hiç aşağı kalmadığını fark ediyorum.

Başka? Matematik hocamız Çamur Şevket. Neden “çamur”? Öyle huysuz, öyle dediğim dedik bir adam ki, istediği bir işin, ödevin sınıfın çoğunluğu tarafından yerine getirilmediğini anladığında, bir ders boyunca, herkese usulüne uygun sorular sorup bütün sınıfa 0 veya 1 notu verdiğine tanık olmuşuz. Ama astronomi derslerimiz de var ve bize astronomiyi sevdiren, matematiğin inceliklerinden örnekler veren işte o adam.

Bir de, anmadan edilemez, Muzaffer Çakın, edebiyat öğretmenim. Ötekilerden bir iki kuşak daha genç. Yazı yazmaktan tat almamı sağlayan, metin incelemesinin önemini kavratan, sessiz, gösterişsiz, donanımlı ve zarif hanımefendi.

***

O günlerin üstünden yirmi yıla yakın zaman geçmiş, 12 Eylül’ün azgınlığı geçmemiş günlerindeyiz. Bir sabah, gazetede bir fotoğraf, YÖK ile ilgili bir kınama, bir basın açıklaması yapmış üç profesör: Bir hukukçu, bir iktisatçı, bir de tıp profesörü. İlk ikisi tamam da, üçüncüsü şaşırtıcı; ötekilerle nasıl bir araya gelmiş? Dolayısıyla, önce, sonuncu figürden başlamalı. Bunun için yeniden Çanakkale’ye dönmek zorundayız.

Dönülebilir. Çanakkale güzelim bir kenttir. O zamanlar, nüfusu 20 binin altındaydı ve, kuşkusuz, çok daha güzeldi. Şimdi 100 bini geçmiş; güzelliğinden çok yitirmiş; kapitalizmin hükmünü sürdürüp de çirkinleştirmediği ne var ki; ama hâlâ canlı ve umutlu bir kent. Fotoğraftaki üçüncü kişi, tıp profesörü, Üstün Korugan. Bizim elli yıl öncenin Çanakkale’sindeki Gençlik Tiyatrosu’nda tiyatro ve pantomim hocamız. Kendi hocası da Oğuz Aral imiş, öyle anlatırdı. Biz daha liseye başlayacağız ya da yeni başlamışız; o İstanbul’da tıbbiye öğrencisi. Son sınıflara yaklaşmış; psikiyatri ile uğraşacağını anlatıyor. Tatillerde ya da arada bir kaçarak baba evine geliyor; bize tiyatro öğretiyor. Ayrıca, solculuktan, sosyalizmden de söz ediyoruz. Bu tür konuşmaları ilk yaptığımız kişi. Uzun hazırlıkların sonunda, süresini biraz fazla tuttuğumuzu sonradan anladığımız bir pantomim resitali sunuyoruz. Afişlerde “Sözsüz Oyunlar”  diyoruz; ayrıca, küçük yer, herkese az çok ulaşılabilir, kulaktan kulağa duyuruyoruz; “bu oyunlarda hiç konuşma yokmuş”; hani, seyirci bilerek gelsin! Yine de salon her defasında en az yarı yarıya doluyor. Ama hemen her gösteride, ilk 10-15 dakika geçer geçmez, salondan sesler yükseliyor: “Ne zaman konuşacak bunlar yahu?”

O fotoğrafı gördükten sonra İstanbul’a gidip onu bulmaya karar veriyorum. Gidip, kapısında dikileceğim, “Abi beni tanıdın mı?” diyeceğim; sonra, iç hastalıkları uzmanı olmuş ya, takılacağım, “Hani psikiyatri yapıyordun, ne iş?” Olmuyor, aylar geçiyor, gidemiyorum, derken, gazetede bir ölüm ilanı.

İlerlemek için yeniden fotoğrafa dönüyorum.

Oradaki ilk iki figür de öğretmenlerim arasında. Biri, Rona Aybay; siyaset anlatıyor ve o sırada hukuk öğretmeyi  ihmal etmiyor. Öbürü, Oya Köymen, iktisat ve iktisat tarihi dersleri alıyoruz.  Bir ara yoldaşlık da yapmışız. Hüseyin İnan’la ikimizin ve daha başka arkadaşların çok sevdiğimiz bir hocamız.

Demek, “Görkemli Onyıl”ın ikinci yarısındayız ve ODTÜ yıllarındayız. Başka bir anlatımla, “kampüs devrimcileriyiz.” Kulağımıza geliyor, bunu bize yakıştıran Doğu Perinçek, öyle diyesiymiş. Eski sözcükle tam bir “bühtan” aslında, kara çalma, haksızlık. Ne kampüsü, bir ayağımız, sık sık da iki ayağımız birden dışarıda. Toprak işgalleri yapan yüzlerce kilometre uzaktaki köylüleri desteklemeye gidiyoruz, yollarda ilk ölümüzü veriyoruz, grevlere gidip gözcülük yapıyoruz, işçilerle muhabbetleri koyultuyoruz, partide çalışıyoruz. Öğrenciyiz ayrıca; bilimi, sanatı öğrenmek; dünyayı, dünyanın hallerini anlamaya çalışmak, birincil işimiz.

Hocalarımızla aramız çok iyi. Eski plancılarımızdan, bize Türkiye ekonomisini ilk öğretenlerden, şimdi aramızdan göçük Attila Sönmez; sonra, bir başka plancı, Necat Hoca, Erder, siyaset bilimi öğretiyor; onu andığımıza göre, atlamak olmaz, Cem Çakmak, muzip, sevimli, sınavların son anında bir gayret bir iki cümle daha yazmaya uğraşırken, “Yeter ulan bizi bilinçlendirdiğiniz!” diyerek önümüzdeki kâğıdı çekip alan Cem abimiz. Bir yandan bize “üniversitede iktisat eğitimi nasıl olmalı” diye ödevler hazırlatıp bir yandan delikanlı nobranlıklarımıza gönül koyan, biraz fazla alıngan, hep efendi, Fikret Görün hocamız. Cin fikir, kırk akıl, Sosyalist Fikir Kulübü üyemiz,  erkenden gidenlerden Ergin Günçe; sevgili şairimiz.

Burada adlarını yazmamın pek anlam taşımayacağı; ama üzerimizde olumlu etkiler bırakmış, başka ülkelerden değerli bilim adamları.

Ve elbette Yalçın Hocamız. Başlangıcı 1970’e dayandığına göre, 45 yıldır, önce üniversitede hocam, sonra yoldaşım, dostum, ağabeyim; kendisinden dağlar deryalar öğrendiğim, çok da kızıp kavga ettiğim; hapisliklerinden birini yatarken altmışıncı yaşı için hazırladığımız armağan kitabında “bizim buzkıran gemimiz” yakıştırması yaptığım Yalçın Küçük…

Nihayet, ellinci yılıma girmeme sadece bir adım kalmış örgütlü toplumsal mücadele içindeki,  herhangi bir okul sistemi kapsamında öğrencileri olmadığım, ama yazdıklarını okuyarak, anlattıklarını dinleyerek, yaptıklarıyla ortaklaşarak paha biçilmez birikimler edindiğim benden çok büyük, kendi yaşlarımda ve benden çok küçük insanlar…

“Şans” denebilecek bir şey varsa, bundan başka ne olabilir ki?

Halkımızın çok sevip kullandığı deyişle, hepsinin ve değişen ölçülerde olmak üzere her birinin üzerimdeki emeği çok büyüktür. Ancak, ne yazık, onca emeğin karşılığını verebildiğime hiç emin olamadım; bundan sonra olabilir miyim, bilinmez!

Elimizden gelenle yetinmek olmuyor anlaşılan, daha iyisini zorlamak gerekiyor.