Neler oluyor hayatta?

“Beyaz Kelebekler” altmışlı yılların ilk yarısında Kabataş Lisesi öğrencisi bir grup tarafından kurulmuş bir pop müzik topluluğunun adıydı. O on yılın bitiminde, Ocak 1970’de İstanbul’dan Adapazarı’na bir konser için giderlerken geçirdikleri trafik kazasında, topluluk üyesi üç genç yanarak can vermişlerdi.

Bu defaki yazımızın başlığı, onların çok tanınmış bir şarkılarının adından alınmadır. Bir ara ardı arkası kesilmeyecek izlenimi veren “Hababam Sınıfı” filmlerinin birinin de şarkısıydı galiba. Aslında, günlük hayatta sık karşılaşmakla birlikte, şaşırmadan edemediğimiz durumlar, olaylar için kullandığımız bir söz kalıbıdır. Eğer bu dediğim doğruysa, başlıkta da soru yerine ünlem işareti kullanmak daha doğru olurdu. Bu ayrıntı bir yana, aşağı yukarı benim yaşıtlarım olan o zamanki gençlerin biraz farklı bir anlamla yaygınlaştırdıkları bu sözleri kullanırken, onların ortak adlarını anmadan geçemedim. Bir tür haktanırlık denebilir.

***

Günlerdir seyrediyoruz, seyrediyorum. Hem seyretmeyi hem de çeşitli nedenlerle imkân bulmakta zorlansak da yapmayı sevdiğimiz bir spor olarak futbolun yarışmaya konu edilen en üst düzenlemelerinden biri olan dünya kupasını, şu yeryüzündeki yüz milyonlarca benzerimiz gibi, -yoksa milyarlarca mı demeliydim?- seyrediyoruz. Bana sorulursa, git gide, severek seyretmekte zorlanıyorum; o kadar ki, sonunda büyük ödüller konmuş, dolayısıyla çok nitelikli olması beklenen karşılaşmaları bile seyretmekten vazgeçtiğim çok oluyor.

Burada bir tuhaflık bulunduğunun farkındayım. Madem sevmiyorsun niye hâlâ peşindesin kardeşim, denebilir; yahut birader, ağabey, amca, beybaba, arkadaş, yoldaş, hangisiyse…

Böyle bir soruyla ilgili olarak bir tür günah çıkarma yaptığımı hatırlıyorum. YGS’nin “Futbolu Neden Sevmeli/Sevmemeli” başlıklı ilginç derlemesinin sevmeli bölümünde yer alışıma ilişkin gerekçeleri ve bazılarına ilişkin başa çıkılmaz duruma gelmiş tereddütlerimi kısaca yazdığımı hatırlıyorum. Buna ilişkin biraz daha kapsamlı bir irdelemeyi yakın zamanda yazabilirim belki. Belli mi olur?

“Neler oluyor hayatta?” başlığıyla ilgili olarak yazacağım ise tam olarak bu değil. Dünya kupasında bir maçı anlatan TRT spikerinin akla getirdiği bir duruma değineceğim.

Danimarka ile Hırvatistan ulusal takımları arasındaki karşılaşmanın daha ilk dakikası sona ermeden Danimarka takımı bir gol attı. TRT spikeri, bunun kupanın en erken golü olduğunu falan söyleyerek kem küm ediyordu. Doğruydu; şimdiki kupanın en erken golüydü.  Ama dünya kupaları tarihinin en erken golü, bu konudaki herhalde kırılması imkânsız rekor, her ne kadar rakip savunmanın apaçık hatasından neredeyse boş kaleye atılmış da olsa, bir Türk futbolcusuna aitti. 2002 Dünya Kupasında ev sahibi Güney Kore milli takımının kalesine daha 11. saniyede  gönderilen ve hemen hemen bütün uluslararası kayıtlara “en erken/ en hızlı” olarak geçen bu golün zamanı bazılarında 10. 39 saniye olarak veriliyor ve karşısında “Hakan Sukur (Turkey)” yazıyor.  Şu bizim golcü  santrafor; bizim derken, hem biz Galatasaraylıların, hem ona “Torinolu Şaban” haklı yakıştırmasını yapan Fenerlilerin, hem onsuz milli takım düşünülemeyeceği üzerinde ittifak halindeki futbol camiasının… Ayrıca, onu İstanbul milletvekilliğine tayin eden AKP’li şeflerin de daha çocuk yaşta kafakola aldıktan sonra tantanalı törenlerde nikah şahitliğini üstlenen tarikat şeflerinin de yere göğe koyamadıkları, şimdi tüymüş olmasa herhalde ömür boyu hapislik talebiyle iki üç yıldır içerde olacak siyasetçi, spor bakanı adayı…Hani şu siyasetle ilgili sorulara “Ben bilmem, büyüklerimiz bilir!” biçiminde standartlaştırılabilecek yanıtlarıyla meşhur şaban…

Bütün yurttaşlarımızı haraca kesmesi yasal kurala bağlanmış kurumun kıdemli spikerini, herhalde, bu futbolcu aklına geldiği ve belki de “Bu gol çok erken oldu; ama bütün zamanların en büyük rekoru bizde” diyerek böbürlenmeyi içinden geçirdiğinden dili dolaşan spikeri dinlerken sinirlenmemek mümkün değildi. O kadar sinirlenmişim ki, Cinali Bey’in seçim kampanyasındaki Karşıyaka konuşmasında kendisine ilk kez sufle edildiği anlaşılan “kaf kaf kaf sin sin sin kafsin kafsin kaf” sloganını söylemeye çabalarken beceremeyip istemeden ağzından kaçırdığı “sinkaf”ı bilerek ve isteyerek dile getirdim. Bereket, yanımda kimse yoktu!

Devlet memuru olan ve olmayan bütün spikerler ile spor yazarları için şöyle bir açıklama tek can kurtaran gibi görünüyor: O uluslararası kayıtlarda yer alan en erken golü atmış kişiyi hiç bilmeyiz; yanında parantez içinde yazan da bizim ülkemizin adı değil zaten, hindidir o, hindi!

Ne denebilir? Daha eski bir Kabataş Liselinin dilimizi alıştırdığı deyişle; “inanmadığım Tanrı”, hiç kimseyi, yakın zamanda tepesine çıkardığının adını bile anamaz duruma düşürmesin!

***

Hayatta neler olduğuna ilişkin çok yararlı, ama seçim şamatasının karartmasına gelmiş olabilecek bir kaynaktan da söz etmek isterim. Doktorum ve kardeşim Ebru Basa’nın dört gün boyunca bir incelemesi yayımlandı burada. Hem okudum hem de her zaman ve kolayca erişilebilir bir kaynak olarak el altında bulunsun diye ayrı bir dosyaya kaydettim.

Şu reis beyefendinin hayalleri arasında yer aldığını kendi ağzından işittiğimiz “şehir hastaneleri” idi incelemenin konusu. Özetle de olsa tekrar edecek değilim; çok yeni, erişip özgün metnin tümünü okumak mümkün. Yalnız, oradan öğrendiklerim arasında bana en ilginç gelenlerden biri şuydu, not etmeden geçemeyeceğim.

Konuyla ilgili çalışmalar, 600 yatağın üzerindeki ölçeklerde verimliliğin düştüğünü göstermesine rağmen, planlanan şehir hastanelerinde bunun ortalama 1417’ye çıktığı görülüyor. Bu durumda yaratılan olağanüstü büyüklükteki mekânlarda hastalar ve yakınlarının, hatta bırakalım onları hastane çalışanlarının bile kaybolmamaları mümkün görünmüyor. O kadar ki, “HYRRT” kısaltmasıyla anılan yeni bir alt sektör yaratılmış durumda. Bunun açılımı “Hasta Yönlendirme, Resepsiyon, Refakat, Taşıma” oluyor. Bu adla kurulmuş şirketler ihalelere girmeye başlamışlar.

Demek, 16 yılını tamamlamak üzereyken yeni dönemlere yönelmiş görünen iktidarın belli başlı iktisadi dayanakları arasında önde gelen inşaat sektörü, yanına tam bir kapitalist sektöre dönüşmüş sağlığı da alarak, yeni ufuklara doğru yelken açıyor. Başka bir anlatımla, müşterisi bol, kazancı daha da bol bir tür karma sektör ortaya çıkıyor. Böyle söylenebilir.

İncelemede ise bu yeni iş kolu yaratma becerisi şöyle anlatılıyordu: “Hastane içinde kaybolmamayı başarmanın bir meziyet ve yön bulmanın da bir işkolu tanımı haline gelmesi kapitalizmin akıldışılığına verilebilecek en güzel örneklerden biri olsa gerek. Dev Bilkent Hastanesi’nin 1 milyon metrekareye yayılan büyüklüğü nedeniyle kampüs içinde ring yapan otobüsler bulunacağı söyleniyor.”

Dediğim gibi, seçim şamatasına denk geldiği için okumamış olanların okumalarını öneririm. Bir kenara kaydetmelerinde de yarar var; daha bir süre, sık sık başvurma gereği ortaya çıkabilir.

***

Hayalleri süsleyen “mega projeler” den söz açılmışken, bunlardan bir başkası olan “Kanal İstanbul” da akla geliyor. Henüz pek ortada yok sayılır, doğru. Ama, artık çok söylenir olmuş kriz birden ve patlayıcı biçimde kendini göstermezse, bir iki yıl içinde belli bir somutlukla gündeme yerleştirilmesi beklenmelidir. Gerçi, Korkut Hoca buradaki son yazılarının birinde, bu tür hayallerin peşine çok fazla düşülmesinin, olası krizin geliş hızını da şiddetini de etkileyici olabileceğini belirtiyordu; ama, ne de olsa, solcular köprüyü bile satmışlardı, onların hayalleri böyle ufuklara yetmez!

Bu proje ile ilgili olarak, ilk açıklayıcı bilgi ve uyarıları, Hacettepe Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Profesör Cemal Saydam’ın yazıp söylediklerinden aldığımı hatırlıyorum. O arada hem ilgili mühendis odaları hem birçok bilim insanı bir yığın çalışma yaptılar, yayımladılar.

O uyarılardan hatırladığım, özetle, bu “Porof. Zihni Sinir procesi”nin geri döndürülemeyecek nitelikte yıkımlara yol açacağıydı. Belirli koşulların oluşmasıyla, İstanbul Boğazı’nda, hatta zamanla tüm Marmara Denizi’nde, son derece zararlı değişikliklerin ortaya çıkacağı, deniz altındaki hayatın kötü etkileneceği ve başka sonuçlar bir yana, birkaç on yıl içinde boğazda lodos estiğinde insanlar açısından dayanılmaz bir çürük yumurta kokusunun oluşacağı anlatılıyordu.

“Çürümüş kapitalizme yakışır” denebilir; büsbütün yanlış da olmaz. Ama diyemiyoruz; çünkü burası bizim ülkemiz; sadece insanından değil, havasından suyundan, hayvanından bitkisinden, bugününden yarınından sorumluyuz. Kuşkusuz, hepsini kapitalizmden kurtarmaktan da…