“Ne Sağcıyız Ne Solcu…”

Bir haftadır gündemden düşsün diye bekliyordum olmadı. Hem Mekteb-i Sultani’den neşet ettiklerini söyleyip hem de Sultan Birinci Tayyib Hazretleri’ne nankörlük edenlerin densizlikleri konuşulup durdu. İster istemez bu konuyu yazacağız. Bu cümleden, pek de istemeden yazdığım anlaşılmıştır, umarım.

Başlıktaki, çok bilinen bir tekerlemedir tümünü yazarsak: “Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu…”

Tam anlamıyla anonimdir herhalde. Varsa bile, uyduranın yahut ilk kez kullananın kim olduğu bilinmez ilk olarak ne zaman kullanıldığı da…

Bununla birlikte, kimileyin futbolcuları ve genel olarak futbola düşkün olanları aşağılama, kimileyin de onlar tarafından sözümona kendilerini savunma amacıyla, ama gerçekte, farkında olmadan kendi kendini aşağılama olarak kullanıldığını biliyoruz. Demek, sonuç olarak, göndermede bulunulan insanları küçümseyici bir tekerleme, diyebiliriz.

Oysa, gerçekliğin en baştan beri pek de böyle olmadığını futbolun, sanıldığının tersine, hemen hiçbir zaman siyasetin dışında kalmadığını söylemekte bir sakınca yok. İngiliz işçi sınıfının bundan iki önceki yüzyılda başlatıp geliştirdiği genellikle kabul edilen bir spor sayabileceğimiz futbolun, doğrudan ve dolaylı katkıda bulunan kalabalıkları hem birleştirici hem çatıştırıcı etkilere yol açtığı biliniyor. Birbirleriyle amansız bir futbol kapışması içinde olan Manchester ve Liverpool kentlerinin, bugün de adları bütün dünyada bilinen futbol takımlarının yapacakları maçlara, çoğunluğu kuşkusuz işçilerden oluşan karşı takım taraftarlarının gitmesini önlemek için demiryolu işçilerinin grev yaparak tren seferlerini engelledikleri, sıkça anlatılan öyküler arasındadır. Örnek olsun, bu olayın yahut tekrarlayan benzer olayların ayrıntılarını, bunların yanı sıra, futbolun işçileri birleştirdiğine ilişkin örnekleri, hep merak etmişimdir. Okuyup öğrenecek zaman bulamadığım için hayıflanırım.

Ayrıca, apolitik olmanın ya da görünmenin göstergesi olarak başlıktaki tekerlemenin paçayı kurtarmaya yetmediği durumlar da hiç olmamış değildir. Bunlardan biri kendi yaşantılarım arasında yer alıyor. Sohbet ederken çok anlatmışımdır ama hiç yazıya dökmedim galiba. Tam olarak hatırlamaya çalışırsam, 12 Eylül’ün ilk 6 ayının daha dolmadığı günlerde, Ankara’da bir belediye otobüsünde geçen bir olay. Tıklım tıklım denebilecek kadar dolu otobüste, küçük bir grup genç, biraz yüksek sesle şakalaşıyorlar. Konu futbol ve dünyanın en iyisi konusunda atışmaktalar o arada biri, “Yaşasın Maradona!” diye bağırarak tartışmayı noktalıyor. Niye öyle dediğine tam olarak akıl erdirmek kolay değil çünkü o sırada Maradona daha 21 yaşında ve dünyanın en iyisi olduğu konusunda henüz bir fikir birliği yok. Demek, o genç, bu tür bir öngörüye sahip olacak kadar futboldan anlıyor. Ancak, otobüste o zamanın mı tüm zamanların mı demeli, ruhuna uygun “muhbir vatandaşlar” da eksik değil. Onlardan biri, otobüs durakta durduğunda inip oradaki polislere gereken bilgiyi veriyor ve ön kapıdan yeni yolcular binmeye devam ederken polisler girip suçlu genci yakalıyorlar. Götürüldüğü yerde delikanlıya neden orada bulunduğu, hangi örgütten olduğu, başka kimleri tanıdığı ve benzeri malum sorular yöneltiliyor. Meğer, ihbar, bir gencin “Yaşasın Moskova” diye bağırdığı imiş. Çocukcağız “Abi, valla billa Maradona diye bağırdım!” dedikçe, kafası bozulan polislerin “Ulan, bizimle dalga mı geçiyorsun?” sorusu eşliğinde, o sıralar olağan kabul edilenden daha fazla dayak yemiş. Benim koğuşa girişimden birkaç gün önce, bir aydan daha uzun süren bir gözaltından sonra, askeri cezaevinden tahliye edilmişti. Koğuştaki arkadaşlardan birkaç kez dinlediğimi hatırlarım.

Bu örneğe karşılık ve nesli tükenmiş diyemeyeceğimiz, çünkü zaten pek fazla olmamış aklı başında futbolcu örnekleri de yok sayılmaz. Bunlardan biri ve belki de birincisi, Metin Kurt’tur. Bilenler bilir, Metin çok iyi bir futbolcuydu bunun yanı sıra, isyankâr olduğunu da eklemeliyiz. Ben bir ek daha yapıp onun aynı zamanda “ideolojik” sıfatını hak eden bir insan olduğunu söyleyeceğim. Buradaki, sıkıyönetim komutanlarının bildirilerinde, sıkıyönetim dışındaki dönemlerde de hükümet ve siyaset adamlarının konuşmalarında sık sık kullandıkları “ideolojik” değil. Çok eskiden, kendi arkadaş çevremizde, ideolojik ve siyasal konularda konuşmayı çok seven, bunu da belli bir yetkinlikte, ama kimileyin bezdirici biçimde yapan arkadaşlarımız vardı en havadan sudan konuşmaları bile bir punduna getirip siyasal, hatta teorik tartışmalara dönüştürmeye bakarlar, bundan büyük zevk alırlardı. Böyle arkadaşlara şaka yollu takılarak, örnek olsun, “ideolojik Ahmet” derdik. Kişisel olarak şimdiye kadar Ahmet adını taşıyanına hiç rastlamış değilim de, gerçek isimleri vererek, hepsi hayattalar, olmadık alınganlıklara yol açmayalım durup dururken. Öte yandan, bizim Metin Kurt’la ilgili şu hikâyeyi de anlatalım ki, son üçbeş lafın neden edildiği anlaşılsın.

Ömrü fazla uzun olmamakla birlikte, hiç değilse kendi gök kubbemizde bir hoş seda bıraktığı kuşkusuz “Sol Meclis”in toplantılarından birindeydi. Metin ilk kez katılıyordu. Oturum başkanlığı bendeydi. Derin tartışmalara dalmış ve basbayağı bunalmıştık. En azından kendim o durumdaydım ve herkesin yüzünü görebildiğim için benzer durumdakilerin sayısının az olmadığını anlayabiliyordum. Ağırlaşan havayı nasıl dağıtabilirim derken, söz isteyenlerin adlarını yazdığım önümdeki kâğıda baktım: Metin son sıralardaydı, başkanlık inisiyatifimi
kullanarak onu en başa aldım ve söz verdim. Niyetim ve beklentim, onun sözü futbola getirmesinden yararlanarak, hatta sözünü kesip “falanca maçtaki golü nasıl atmıştın, bi anlatsana” türünden biraz ciddiyetsiz müdahalelerde de bulunarak meclisin biraz soluklanmasını sağlamaktı aklımca. Ama, ne gezer, Metin’in konuşması futbolla ilgili olmakla birlikte tam da “ideolojik” bir konuşmaydı. Araya girip gol mol anlattırma fırsatı bile yakalayamamıştım.

İşte o Metin, geçen hafta içinde yaptığı bir basın açıklamasında şöyle demiş: “Türkiye Devrimci Spor Emekçileri Sendikası, Başbakan ve heyetine dönük protestoları, onurlu spor emekçilerinin ve sporseverlerin rüşvetle satın alınamayacağının kanıtı olarak değerlendirmektedir. Sendikamız protestocu Galatasaray’lı sporseverlerle aynı görüştedir.”
Tam da Metin Kurt’a uygun bir değerlendirme.

Bütün bunların ve burada başlık olarak bile sıralamaya kalksak pek çok yer kaplayacak benzerlerinin yazılıp konuşulduğu hafta boyunca benim en çok aklımda kalanlardan biri, Bekir Coşkun’un dün yazdığıydı. Gerçi, sadece dün değil, önceki günlerde de aynı konuda güzel yazılarını okuduk bu yazarın. “Neden Aziz Nesin Ödülü hâlâ konmadı, dolayısıyla, neden hâlâ bu adama verilmiyor?” dediğim türden yazılarına sık sık rastladığımız Coşkun, “Şimdi 35 bin Galatasaraylı takipte… Savcılık-polis soruşturması sürüyor… Stada girenlerin kimlikleri çıkartılıyor, bilet listeleri toplatılıyor, oturma şemaları çiziliyor… Suç aleti: Islık… O da uçup gittiğine göre, ağzı olan takipte…” diye yazdıktan sonra çalıp çırpmanın serbestleştirildiğini belirterek şöyle bitiriyordu: “Çalan çalana da… Suç olan ıslık çalmak…”

Futbol oyunu dışında gerçekleşmiş bu futbol haftasının belki de en olumlu yanına değinmeden bitirmiş olmayalım.

Kartal taraftarları arasında bir “penCHE” grubunun varlığını, yıllar önce, benim Galatasaraylılığım kadar koyu Beşiktaşlı olan, kardeşim ve yoldaşım Ali Mert’ten öğrenmiştim. Ama bir de “FenerbahCHEliler” olduğunu bilmiyordum, son hafta olup bitenlerden öğrendim. Şimdi bütün bu Che’ler, tekyumruklar, kısacası, bugüne kadar birbirinin kafasını gözünü yarmış gösterilen, kimi zaman da gerçekten yarmaktan geri durmayan taraftarların solcu olanları bir araya gelip yürüyüş yapacaklarmış İstanbul’da. Daha doğrusu, yapmışlardır ama, ben bu yazıyı yazarken nasıl olduğunu bilmiyordum. Herhalde iyi olmuştur.

Olmuştur da, buradan sözü getireceğim yer şu: Son zamanlarda bazı siyasi muarızları, Tayyip Erdoğan için, eskide kalmış “bir bilen” yakıştırmasından esinlenerek, “bir bölen” diyorlar. Bana kalırsa, haksız bir yakıştırma. Erdoğan’ın bilerek herhangi bir bölücülük yapıp yapmadığı şu anda konu dışı. Ayrıca, birçok durumda bölmeden birleştirmek, o halde, bölücülük yapmadan birleştirici olmak da mümkün değildir. Dağıtmadan sürdürürsek, Erdoğan’ın bölücülülüğü konusu pek çok tartışmaya açıktır, zaten böyle tartışmalar da yapılmaktadır ama, sık sık, bilerek ve isteyerek olmasa da, birleştirici bir etki yarattığını söylemek, gerçekçiliğin gereğidir. Şu son olay da bunun örneklerinden biri olmuştur.

Böyle bir birlik ya da birleşme, çok mu temelsiz, dolayısıyla, gelip geçicidir? Sanmıyorum. Yukarıda değindiğim “FenerbahCHEliler”, yaptıkları açıklamada Galatasaraylılara sahip çıkarlarken, “emekten, özgürlükten ve eşitlikten yana tavır alan bütün dostlarımızla dayanışmaya devam edeceğiz” demişler.

Bundan daha sağlam bir temel olur mu?

Bu tür bir kavilleşmeye dayanan birleşme neden gelip geçici olsun?

Sözün gelişi, ben, böyle diyen ve buna uygun davranan Fenerliyi sırat köprüsünden omzumda geçiririm!