Ne oturup ağlarız…

Hâlâ seçim olarak anılan en son “şey”in üzerinden dört gün geçtiği sırada yazmıştım.

Buradaki “şey” sözcüğünü, hem dilin kendisi hem kullanan açısından bir yoksulluk  göstergesi saydığım için, özellikle de öyle ayak üstü konuşurken değil, oturup düşüne düşüne yazarken kullanmamaya özen gösteririm. Ama burada bilerek kullanıyorum; çünkü, bizdeki seçimleri nitelemek için ne kadar düşünülse, yeterli uygunlukta bir sözcük bulunamaz oldu. Bu sözcük ise anlatım güçlüğünün doruğa çıktığına da işaret ediyor bir bakıma; diyeceğim, basbayağı işe yarıyor.   

İşte kısacık bir süre geçmişken yazdığım satırlar arasında, ülkemizin “Allah selamet versin” hayır duasını en çok akla getiren kuruluşlarından biri olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin çok yakın geleceğine ilişkin şöyle bir soru da bulunuyordu; daha doğrusu, soru biçiminde bir öngörü: “(…) bizim klişeleştirdiğimiz saptamamızla, yıkılmış ama yerine bir başkası konulamamış cumhuriyetin kurucu partisi,  bu seçimin öncesi, sonuçları ve sonrası ile, yeni bir dağılma yönünde büyük bir adım daha atmış değil midir?”

Oysa, o sırada, ne İnce partisini iktidara götürecek çıkışını başlatmıştı ne de son kurultay delegelerinin yaklaşık yarısının  ve bir bölük milletvekilinin kendisini lider kabul eden atılımları ortaya çıkmıştı. Üstelik, bir de bıyık bıraksa büsbütün Ecevit’i hatırlatır olacak,  meydanları doldurmakta pek mahir ve kitlelerin yeni sevgilisi olarak gösterilen bu hazırcevap siyasetçinin bir sözü de çok tazeydi: Kılıçdaroğlu’nun kendisini cumhurbaşkanı adayı yapan yüce gönüllülüğü karşısında duyduğu minnettarlığın onunla genel başkanlık yarışına girmesini imkânsızlaştırdığını açıklamıştı; aşağı yukarı bu sözlerle. Kısacası, ortalığın böylesine karışacağına ilişkin pek fazla işaret de görünmüyordu sanki.

Ortada fol yok yumurta yokken amma da esaslı öngörüde bulunmuşum, mu demek istiyorum? Kesinlikle hayır.

Bu köklü parti söz konusu olduğunda, her zaman fol da vardır yumurta da… Önce partide başa geçip, elbette daha sonra ülke yönetimine gelip partiye adını vermiş halka hizmet etmeye hazır, bunun için her türlü özveride bulunmak için can atan kişiler, gruplar, ekipler, anlayamayan ve çekemeyenlerin diliyle hizipler, klikler, kanatlar hiç eksik olmaz. Bu kadar canlı, bu kadar dinamik, bu kadar demokrasiye bağlı bir partide hareketlilik son derece doğaldır. Dolayısıyla, siyasetin içindekiler kolayca, dışarıdan izleyenler ise biraz daha çekinerek de olsa benimkine benzer  tahminlerde bulunabilirler.

Gırgırı tadında bırakırsak, asıl üzerinde durmak istediğim şu: Tarihsel kökeninden kaynaklanan önemini git gide azaltan bu partinin hem kendisi hem izleyicileri açısından çok uzun süredir alışılmış perişanlığı, düzenin kökten değiştirilmesi peşindeki insanlar, sınıflar, partiler için dert edilecek bir durum değildir. Başlangıçta andığım yazımda, bunun olumlu bir yanı da bulunduğuna değinerek, yukarıda başlık olarak seçtiğim sözlerin sonunu getirirken, ne oturur ağlar ne de zil takıp oynarız, demiştim. Doğrudur, ne karalar bağlarız, ne de zil takıp oynamanın ayıplığı bir yana, öyle anlatılabilecek kadar olumlu karşılarız.

Önce, neden öylesine sevinçli bir olumlama içinde olamayacağımız üzerinde durmalı: Bütün burjuva devrimlerinden sonra olduğu gibi, belki çoğundan daha erken  bir zamanda, gelişmeye çabalarken ilericiliğini kaybetmiş burjuva sınıfının yeni rejimin sağladığı tarihsel ilerlemeye katkıları sözü edilmeye değmeyecek düzeyde kalırken, asıl işi bu partinin kurucu önderleri yapmıştır. Yapılan iş ve hâlâ tümüyle ortadan kaldırılamayan kazanımlar, emekçi sınıfların ve onların temsilcisi olma iddiasındakilerin saygısızlık göstermelerini bağışlatmayacak kadar önemlidir.  

Sonra, neden çok da üzüntü duymayacağımıza gelebiliriz: Bizim burjuva devrimimiz de, bütün benzerleri gibi, emekçi sınıfları satmış, onun da ötesinde, ağır biçimde ezmekten çekinmemiştir. Bu dediğimin itiraz edilebilir yanları vardır. Örneğin, hemen akla gelebilen bir itiraz olarak, esasen emekçi sınıfların toplumsal ve siyasal yetersizliği ile güçsüzlüğünün bu durumun nesnel dayanaklarından birini oluşturduğu ileri sürülebilir. Ama, sonuç olarak, şu da tartışma götürmez bir gerçektir: Cumhuriyet devrimi, tarihsel bir ilerlemeyi gerçekleştirmenin yanı sıra, emekçileri hem toplumsal-iktisadi hem siyasal anlamda baskı altına almayı da hiç ihmal etmemiştir ve adı geçen kurucu partinin buradaki rolü apaçıktır. Aynı açıklık, cumhuriyet rejimiyle emekçilerin elde ettikleri kazanımların törpülenmesinde de kendini göstermiştir.

Bu kadarla bırakırsak yanlış anlaşılabilir; bir intikam peşinde, üstelik de kendi gücümüzle gerçekleştiremediğimiz bir intikam peşinde olduğumuz düşünülebilir. Bunu düşünmekten de düşünülmesine yol açmaktan da kesinlikle kaçınmamız gerekir. Toplumsal sınıfların, haklı bile olsalar, bir zamanlar birlikte mücadele ettikleri sınıflardan intikam almak peşine düşmeleri gerçeklikle bağdaşmaz. Bağdaşmaz derken, siyasal mücadele sırasında bu amaçla davranmanın gerçeklikte bir karşılığı yoktur, olmadığı için de kalıcı mevziler elde edilmesini kolaylaştırmaz. Başka bir anlatımla, aldatılmış ya da, az önceki argo deyişle, satılmış sınıfların bunun öcünü almak için harekete geçmeleri ne görülüp işitilmiş ne de yazılıp çizilmiştir.

Zaten konu, zil takıp oynama deyiminin anlattığı aşırı sevinç durumuyla ilgili değildir; hatta, aşırısı bir yana, sevinmekten bile söz edilemez. Ancak, bir gerçeğin daha büyük bir açıklıkla ortaya çıkmasına doğru gidişin belli bir hız kazanması söz konusudur ve bu iyidir.

Gittikçe daha büyük bir açıklıkla kavranabilecek olan gerçek, yazımıza konu ettiğimiz partinin, iktidarı kaybettikten sonraki çok uzun yıllar boyunca, düzen açısından ön plana çıkan yeni işleviyle ilgilidir. CHP, ülkemizde emekçi sınıfların toplumsal ve siyasal gelişmelerinin şaşırtıcı denebilecek bir ivme kazandığı altmışlı yılların ortalarında resmileştirdiği “ortanın solu” politikası ile, o uyanışı düzen sınırları içinde tutmayı başlıca işlevleri arasına, hatta arasına değil, onların başına yerleştirmiştir. Bu işlevini, karşısına çıktığı emekçi sınıflar mücadelesinin içinden gelen istemli istemsiz katkıların da kolaylaştırıcı etkisiyle, en az iktidar dönemlerinin bastırma ve engelleme işlevi kadar başarıyla yerine getirdiği rahatça ileri sürülebilir.

Şimdi bu başarının sonuna doğru yaklaşıldığını söylemekse, temelsiz bir iyimserlik sayılmamalıdır. Uzak olmayan zamanlarda içeriden gözlemler yapabileceği görevlerde bulunmuş bir bilim ve siyaset adamı olarak Oğuz Oyan’ın Salı günü burada yazdığı satırlar, daha çok söze gerek bırakmıyor:  “Aydınlanma mücadelesi vermeyen ve vermeyeceğini her tavır alışıyla açıkça beyan eden, iktidarla milliyetçilik yarışına girmeyi ve dinsel duyarlılıklara öncelik vermeyi bir politika marifeti sanan, neoliberal düzeni daha iyi yönetmeye talip olmak dışında ekonomik seçenek geliştirmeyi reddeden teslimiyetçi bir siyasal hareketin, merkez solda tanımlanması artık olanaksızlaşmıştır.”

Uzun söze gerek kalmıyor dediysek de şu kadarını eklemeden bitirmeyelim: Solu sağı bir doğru üzerine yatırıp iki ucuna aşırı, ortasına merkez diyerek betimlemeler yapmanın hiç de  açıklayıcı olmadığını dikkate almakta ve CHP söz konusu ise “merkez” sözcüğü eklenerek de olsa içinde “sol” geçen bir tanımlamayı tümüyle terk etmekte yarar var. Bu partinin sol ile bir ilgisinin olmadığını, ille de bir ilgi kurulacaksa, bunun emekçi sınıfların kurtuluş arayışlarını saptırmak, yanıltmak ve sosyalizm yönelişli örgütlenmelerini engellemekten ibaret olduğunu ve pek özendiği benzerleriyle umarsız bir rekabet içindeki bir düzen partisiyle karşı karşıya bulunduğumuzu yeterince sergilemek gerekiyor.