Ne olursa, neler olabilir?

“Kim kazanır, kim kaybeder?” biçiminde sorulsa, gündemin başına yerleştirilmiş konuya daha uygun olurdu. Biraz güncelin dışında sözler edebilmek için başlığa bunu çıkardım.

Bu tür sorular tuzaklarla doludur aslında; yanılmaya ve yanıltmaya açıktır. Her ikisinden de kaçınabilmek için neler yapılması, hangi koşulların yerine getirilmesi gerektiğine ilişkin çokça yazılıp çizilebilir. Ama böylesi çok etkenli çözümleme ve kestirim denemelerinde genellikle yapıldığı gibi bir sadeleştirme çabasına girdiğimde, tümünü başlıca iki önkoşula indirebiliyorum.

İlki, yeterli ve tutarlı bir bilgi birikimine sahip olmaktır. Burada “yeterli” sözcüğü ile anlatılmak istenen oldukça açık sayılır: O birikimin niceliksel yanından söz edilmektedir daha çok. Tutarlı sözcüğü ise her türlü bilgi birikiminde bulunabilecek bir olumsuz özellikle ilgilidir ve böyle durumlarda birikim sözcüğünü “yığın” ya da “yığıntı” ile değiştirmek yerinde olabilir. Başka bir anlatımla, birbiriyle tutarlı öğelerden oluşmuş bütüncül bir nitelik taşımayan birikimlerle  de sık sık karşılaşılır.

Önkoşullardan ikincisi ise olup bitenlerin neresine özel bir dikkatle bakılmalı, neresi, hangi bölümleri, parçaları, ayrıntıları ayıklanarak geri planda tutulmalı sorularının doğrulukla yanıtlanmasını gerektirir.

Buraya kadarı çok kısa bir yöntemsel giriş sayılabilir, dedikten sonra sürdürebiliriz.

Nitelikleriyle yukarıdaki koşulların her ikisini de yerine getiren, başta iktisat olmak üzere farklı alanlardan aydınların hemen hemen tümü, politikacı ve yönetici değiştirmekle ülkenin kalıcı bir iyileşme yoluna giremeyeceği üzerinde birleşiyorlar. Pek yakın bir örnek olarak, tarafını seçmiş iktisatçılardan Serdal Bahçe’nin iki gün önce burada yayımlanmış yazısından birkaç satırı yeniden okumakta yarar var:

Çaresizdirler, Londra’ya bir kere gittiler, şimdi yine gidiyorlar. Yatırım fonu yöneticileriyle görüşme yapılacakmış. Yatırım fonu yöneticilerinin istekleri açıktır; daha fazla getiri, daha fazla rant isteyecekler. Çaresizdirler; gidecek yerleri de pek yoktur. 

Kullanacakları fazla bir araç da kalmamıştır. Özelleştirme adı altında kamu kaynaklarının peşkeş çekilmesi, özel/özerk kurumlar aracılığıyla küresel kapitalizmin tüm diktumlarına tam teslimiyet, serbestleştirme adı altında kamusal eğitim ve sağlığın budanması, merkez bankasının sözde bağımsızlığı altında bir tür imana dönüşen emekçi düşmanı para politikasına tutsak olunması ve bunlara eşlik eden diğer politikalar sayesinde devletin elinde kullanacağı pek bir araç da kalmamıştır. Çaresizler, kullanacakları araç yok, Cumhurbaşkanının gadrine uğrayan faiz haddi dışında…Çaresizler, görünüşte yönettikleri yapıyla birlikte kendileri de yönetilmekteler. Üstelik sadece onlar değil, onların yerine gelecekler de aynı kaderle baş başa kalacaktır. 

Uzun yıllar boyunca Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası raporları Türkiye kapitalizmine güzellemeler yazdılar; son yıllar hariç. Son yıllarda Türkiye sürekli “kırılgan beşli” denilen küresel kapitalizmin ve sermayenin kıra kıra bağımlı hale getirdiği ve kırılmaktan mütevellit iktisadi çöküşe hazır lanetli ülkeler içinde sayılmaktadır. Bu lanetli kümenin diğer elemanları değişmekte ancak Türkiye ısrarla yerini korumaktadır. Aslında güzelleme ve yergi aynı yapıya yöneliktir. Bu yapı artık en küçük bir reformist açılıma bile izin veremez haldedir. Oyunun kurallarına uyarak bu fukara halkın ve emekçilerin kaderini değiştirmek mümkün gibi görünmemektedir.

Bu noktada, alıntıladığım yazıyla ilgili olmamakla birlikte, kimileyin yapıldığını gördüğümüz bir yakıştırmaya değinmeden geçmemeliyim. Yukarıdakine benzer doğru ve güzel anlatımlarla dile getirilen ülkemizin içinde bulunduğu koşullar, bildiğimiz anlamda “devrimci durum” olarak adlandırılabilir mi, kuşkuluyum. O anlam, yaklaşık yüz yıl önce Lenin tarafından verilmişti. Orada büyük emekçi kitlelerinin eskisi gibi yaşamak istememelerine ve bu isteksizliklerini, olağan zamanlardakinin tersine, hatırı sayılır bir yükseliş gösteren eylemleriyle ortaya koymalarına apaçık bir vurgu vardır. Bizde bugün devrimci durumun nesnel koşulları bakımından eksik olan budur. Eksikliğin giderilmesinin yahut bir biçimde ortadan kalkmasının uzun bir süreyi gerektiriyor olup olmadığı ise ayrı bir konudur.

Bu kısa parantezden sonra devam edebiliriz. Devam ederek çok yakın geleceğe ilişkin bazı olasılıkların  irdelenmesine girişebiliriz. Daha doğrusu, “irdeleme” sözünün fazla iddialı geldiği kısa bir göz atma, demeli.

Şu sıralarda herhalde hemen herkesi en çok ilgilendiren, bu çok uzamış iktidarın 25 Haziran günü ne durumda olacağıdır. Ara ya da karma olasılıklar da bulunmakla birlikte, iki temel olasılığın, iktidardaki parti ile kişilerin değişmeden kalması ya da değişmesi olduğu söylenebilir. 

İlki gerçekleşirse, halkın ezici nitelikte olmasa da çoğunluk oluşturan bir bölümü açısından çok moral bozucu, umut kırıcı bir durum söz konusu olacaktır. Biraz daha zaman geçince de bu çoğunluğun “ezici çoğunluk” oluşuna tanıklık edilmesi gündeme gelebilecektir.

Sadeleştirip ikiye indirdiğimiz olasılıklardan ikincisi gerçekleşirse, hemen başlangıçta, belki birkaç gün belki bir iki hafta, halkın kendisinin belli bir çoğunluğunda bir ferahlama, hatta sevinç ve coşku egemen olacaktır herhalde. Ancak, çok geçmeden, bazıları şimdiden tahmin edilebilen, bazıları pek de akla gelmemiş etkenlerin devreye girişiyle ve hızla kaosa doğru ilerleyen bir kötüleşme, ülkenin ve emekçilerin değişmeyen yazgısının herhangi bir yenilik taşımayan gündemine damgasını vuracaktır.

Dolayısıyla, her iki olasılığın gerçekleşmesi de önemli bir fark yaratmayacak ve emekçi kitleler açısından işler git gide sarpa saracaktır.

Bununla birlikte, her iki kötüleşme durumunun da karamsarlığa yol açmaması gerektiğini vurgulamamız gerekir. Nedeni, her ikisinin de olumlu bir sonuç doğurabilecek olmasıdır. O sonuç şudur: Böylece emekçiler, hiç değilse onların küçümsenemeyecek bir bölümü, egemenlerin hâlâ inanılması güç bir pişkinlikle söyleyip durdukları gibi, “eşit ve serbestçe” oy kullanarak aralarında artık hiçbir ciddi fark kalmamış yönetenler ile yönetici adaylarının  içinden birilerinin yerine öbürlerini getirmekle bir şey değişmeyeceğini, üstelik zaten böyle bir hak ve imkânın da tümden yok edildiğini bir kez daha göreceklerdir. Bir kez daha ve, umalım ki, son kez görüp asıl değiştirilmesi gerekenin içinde yaşamaya mahkum edildikleri düzenin kendisi olduğunu anlama yolunda esaslı bir adım daha atabileceklerdir.

Sonuç olarak, her iki olası durumun da emekçileri başlarına gelenlere rıza göstermeyerek karşı çıkmaya, kökten ve kalıcı çözüm için mücadele etmeye, bu amaçla örgütlenmeye zorlayıcı bir etki yaratması beklenmelidir.

Şimdi sorabiliriz:

Bu tür bir beklentinin

(a) Az çok güvenilir dayanaklarının bulunduğunu, dolayısıyla gerçekçilikten uzaklaşmak anlamına gelmeyeceğini mi düşünmek gerekir?

(b) Yoksa, “olmayacak duaya amin deme”nin laikleştirilmiş biçimi olduğunu kabul etmek mi?

Doğru yanıt, elbette, (a) seçeneğidir.