Ne için mücadele?

Bir zamanların önemli tartışmasıydı; epeydir, tartışma olmaktan çıktı.

Bununla, tartışma hiçbir biçimde gündemde değil, demek istemiyorum. Yine esas olarak iki taraf var: Biri, bizim taraf oluyor, konuyu sık sık gündeme getiriyor, ama tartışmak amacıyla değil, çünkü bu sorunun artık bazı yararları olsa bile sonu gelmez polemiklere konu edilmesini anlamsız ve gereksiz bularak, asıl, sosyalizmin yakın hedef ve tek yol ya da çözüm olduğunun en etkili ve yaygın biçimde benimsetilmesi zorunluluğunu vurguluyor. Öteki tarafsa, bir bakıma benzerlik taşıyan bir tutumu sergiliyor, tartışmayı güncel olarak önemli  saymıyor, ama bu kez bambaşka bir gerekçeyle, sosyalizmin artık geçmişte kaldığını, hatta o geçmişte sosyalizm adına olup bitenlerin hiç parlak olmadığını ileri sürerek… Bu sonuncuların büyükçe bir bölümünün, geçmişte, sosyalizm hedefinin bir yığın adımın, aşamanın, gelişmenin sağlanmasında sonra, ancak o zaman, gündeme gelebileceğini savunanlarla onların izleyicileri olduğu da eklenebilir.

Gerçekten, mücadelemizin yakın sayılabilecek tarihinde önemli bir tartışmaydı. Denebilirse, 1 Mayıs 1975 tarihinde sona erdi; bir tarafın gözündeki gerekliliğini yitirdi, demek istiyorum ve bunun gerçekleşmesini anılan tarihle simgeleştirmenin uygun olabileceğini sanıyorum.

O tarih, ikinci Türkiye İşçi Partisi’nin resmen kurulduğu tarihtir; tartışmayı en azından bir taraf için bitirense “ne için mücadele edildiği” sorusuna verilen yanıt. O yanıt, mücadelenin “bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm için” verildiği, verilmesi gerektiği idi. İhtiyaç olursa, hemen ardından, şu ek açıklama da getiriliyordu: Mücadelenin bu hedefleri birbirinden ayrılmaz biçimde iç içe geçmektedir, geçmelidir.

Örnek olsun, ikinci TİP’in kuruluşundan birkaç ay önce yayına başlayan, bizim tarihimizdeki en etkili ve kavgacı periyodiklerden biri olan haftalık Yürüyüş dergisinin logosunun hemen solunda “bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm için” yazılıydı; yürüyüşün bunun için yapıldığı/yapılacağı anlatılmak isteniyordu.

Ama, daha belirgin olarak, bunlar aynı yılın 1 Mayıs’ında kurulan partinin programında yer almıştı. Bu partinin daha sonraki gelişimi ile ulaşabildiği yaygınlık ve etkililik bir yana, sözünü ettiğim belgenin, sosyalist hareketimizin tarihinde o güne kadar ortaya çıkmış en ileri program olduğunu ileri sürmek yanlış olmaz, sanıyorum. Sadece bizde değil, neredeyse bütün dünyada sosyalizm mücadelelerinin en azından başlangıç aşamalarında çok zaman harcanmış asgari-azami program tartışmalarına doğru ve ilerletici bir çözüm getirdiği öne sürülebilecek o formülasyon, katılanların tanıklığına başvurarak söyleyebiliriz, bizim tarihimizin büyük adlarından Behice Boran’ın imzasını taşıyordu.

Bununla birlikte, yukarıda dile getirdiğim tartışmayı sona erdirme iddiasının, öyle bir programla yola çıkan partinin daha bir elin parmaklarıyla anlatılabilecek sayıda yıl geçmeden gösterdiği dönüşüm karşısında, geçerliliğini ne kadar koruyabildiğini sormadan edemiyorum.

Neyse, konumuz bu değil. Zaman içinde uzun bir sıçrama yaparak bugünlere gelelim.

Başlıktaki sorunun yanıtları, aradan geçen uzun süre boyunca, çok farklı yoğunluklarda sürüp değişik  görünümlere bürünen tartışmalarla çekişmelerden sonra, şimdilerde, hem taraflar hem ileri sürülen başlıca kanıtlar bakımından tuhaf bir dönüşüm göstermiş izlenimi yaratıyor. Buradaki “tuhaf” sözcüğü, çoğu kez, insanların akla yakın bir açıklama getiremedikleri ya da bunu hemen, kısa sürede yapamadıkları durumlarda kullanılır. Bu dediğim, şu anda, benim için de geçerli sayılabilir.

Peki, o halde, şimdiki tartışma yahut çekişmede taraflara ve başlıca söylemlerle kanıtlara,  olabildiğince nesnel davranmaya çalışarak ve kısaca göz atalım.

Yazının başında sol içindeki iki taraftan söz etmiştik. Bu kez değineceğimiz, çok daha geniş bir düzlemde, hemen hemen ülke siyasetinin tümüne yakınında varlığı saptanabilecek bir taraflaşmadır.

Bir taraftakiler için önemli olan “demokrasi”dir, bu kez, belki de “ve özgürlükler” ekiyle… Zaten bağımsızlık çağdışı bir kavramdır artık. Çağdaş ve gerçekçi olan, karşılıklı bağımlılıktır. Dolayısıyla, demokrasi ve özgürlükleri savunan AB ve ABD’nin, oralardaki bu özelliği taşıyan kesimlerin demokrasi ve özgürlükler mücadelemize katkıları ihmal edilemez. Hatta bu mücadele o destek ve katkılar olmadan başarıya ulaşmak bir yana, sürdürülemez bile.

Öteki taraftakiler içinse önemli ve öncelikli olan, bağımsızlıktır; bunun için mücadele edilmelidir. O halde, ülkenin bağımsızlığını yok eden ve imkânsızlaştıran ABD ile AB türünden dış ya da yabancı öznelere karşı çıkanlar, tam karşı çıkmasa bile az çok kişilikli davrananlar, bir zamanlar öyle davranmamış olsalar da şimdi böyle bir tutum içine girmeye başlayanlar, kim olursa olsun, makbulümüzdür. Bunlara mücadelede ihmal edilmemesi gereken “potansiyel ya da fiili müttefikler” olarak bakılmalıdır. AKP’nin içindeki bazı güçler ve onun lideri  de buna dahildir.

Bütün bunlarla birlikte, geniş anlamda “sol”un dışındakiler bir yana, yine o genişlikte tanımlanmış “sol”un içindekiler, kendilerini solda sayanlar ve öyle sanılanlar için, söz konusu edilebilecek “sosyalizm” türü bir hedef büsbütün gözden ve gündemden düşmüş durumdadır. Eskiden bu tarafın öncüleri açısından “sosyalizm Kaf Dağı’nın ardında” derdik; şimdikilerde o kadar bile yakında değildir; daha doğrusu, yoktur.

Başta da değindik, yine eskiden, “bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm” hedefleri ile onların iç içe geçmişliğinin yol gösterici olduğunu savunan bir taraf vardı; bugün de, onu daha rafine, daha fazlalıklardan arınmış, daha gelişkin biçimde savunan bir taraf var.  Ama, bir de, yeni bir taraf var; yeni olmasına yeni de, her yeninin iyi, olumlu, geliştirici olduğu nereden çıkıyor! O tarafın gözünde  bağımsızlık ve demokrasi birbirinden ayrılmıştır, karşı karşıya konulmaktadır; biri için öbürünü geri plana itmek ya da gündemden çıkarmak gerekmektedir.

Bu türe “Ya sosyalizm için mücadele?” sorusu yöneltilse, alınacak yanıt, “O da ne!” olacak herhalde, öyle anlaşılıyor.