Müzmin muhalif

Ben öyle göndermiyorum ama, buradaki biçimlendirmeye uygun olarak değiştiriliyor ve yazı başlığının hemen yanına yazarın adı konuyor. Şimdi, yukarıdaki başlıkla imza yan yana gelince, benim müzmin muhalif olduğuma ilişkin bir tamlama ortaya çıkacak.

Çıksın bakalım. Bir itirazım olmaz hatta şöyle düşünülürse, bir iltifat olarak da kabul edilebilir: Kendisini düzenin dışında sayan, ondan hoşnut olmayan, ona aykırı, karşı, düşman bir konumda düşünen, o iddiada bulunan kimseler açısından eskiden beri, uzun zamandır, sürekli bir biçimde “muhalif” olmak, öyle kalmak, basbayağı övülesi bir durumdur. Dolayısıyla, bunu belirten bir tamlama ile nitelendirilmek de yergi değil, övgüdür.

Ancak, bir de, bu tamlamanın her günkü yaşantılarla ilgili olarak kullanılışına tanık olabiliyoruz. Özellikle de birbirine yakın, dost, hatta aynı amaçlar uğruna iş gören insanlar arasında da bu nitelemeye uygun düşen kimselerle karşılaşabiliyoruz. Her ayrıntıya itiraz eden, hiçbir işi ve hiç kimseyi beğenmeyen, kimileyin bu tutumu hiç iş yapmamaya ya da, bu pek mümkün olmadığı için, mümkün olan en az işi yapmaya vardıran, şimdi aramızdan göçmüş bir yoldaşımızdan esinlenerek yakıştırdığımız bir deyişle “bir işin nasıl yapılmayacağının kırk yolunu bulup söyleyen” insanlar… Doğrusu, bu tamlamanın onlar, o tür durumlar için de bir övgü sayılması gerektiğini sanmıyorum.

Neyse, düzenin müzmin muhaliflerine dönelim oradan devam edeceğiz çünkü.

Yönetici konumda bulunan düzen partileri ve sözcüleri zaman zaman rakipleri durumundaki öteki düzen partilerini bu tamlamayı dile getirerek yahut aynı anlamdaki benzer nitelemeleri yönelterek suçlarlar. Onların sürekli eleştirdiklerinden, kendilerinin gerçekleştirdiği hiçbir “icraatı” beğenmediklerinden şikayet ederek “Hiç mi iyi iş yapılmıyor şu memlekette?” yollu serzenişlerde bulunur ve karşı saldırıya geçerler. Aslında, böyle konuşan iktidar partileri ve politikacılarının çoğu kez haksız sayılamayacağını ileri sürmekte bir sakınca yoktur. Gerçekten de, ötekiler iktidarda olsalardı muhtemelen yapacaklarının kendi yaptıklarından farksız ya da pek az farklı olacakları besbellidir. Hem o tür muhaliflerin söylediklerinin altı kazındığında bellidir hem de içlerinde daha önceki dönemlerde hükümet etmiş olanlar varsa onların o zamanlarda yaptıklarından bilinmektedir. Sanki, halkımızın “tencere dibin kara…” diye başlayan pek ünlü tekerlemesi, her işlerini aynı kabın içinde gören bu tür sahte kavgacılar için söylenmiştir.

Böyle diplerindeki karayı karşılaştıran tencereler benzeri partilerle politikacıların kayıkçı kavgaları kızışıp da bu pek içler acısı “Hiç mi iyi iş yapmıyoruz?” sorusu ortalığa atılınca, nedense, benim de bu soruya bir yanıt bulmaya uğraştığım olur zaman zaman. Örnek olsun, 12 Eylül’ün apoletli politikacıları için bu soru söz konusu edildiğinde, aklıma silah toplama öyküleri gelir. Gerçi, bu “icraat”ta kendilerine karşı daha sert bir direnişin araç gereç kaynağını kurutma kaygısının önemli bir gerekçe oluşturduğu haklı olarak ileri sürülebilir elbet, ama o yapılan, arayıp tarandığında olumlu yanı da bulunabilecek işlerden biri sayılabilir. Bana öyle gelmiştir, demek istiyorum. Gırgır da bir öyküsü anlatılırdı o sıralar.

Kısa denebilecek bir sürede dünya kadar silah toplamışlar ve şöyle yapmışlar köylerde elbet, jandarma lafı edildiğine göre, anlaşılan, kırsaldaki toplama böyle oluyor: Jandarma komutanı, kendi sorumluluk alanındaki köylere gidiyor. Muhtar tarafından karşılanıyor. Gereken hürmet ve ürküntü ile elbet. Köyün ileri gelenlerinden birkaç kişi de var ya da çağrılıyor. Komutan, artık huyuna suyuna ve o anki havasına göre, mutat hoşbeşten sonra ya da hiç lafı dolaştırmadan paldır küldür, konuyu açıyor. Silahların toplanacağını anlatıyor. Oraya gitmeden önce, varsa, ellerindeki kırık dökük istihbarata da bakmıştır muhtemelen. Biraz onlardan yararlanarak, çokça da göz kararıyla, sezgileriyle, duyumlarıyla, her neyse, bir rakam söylüyor bir de süre veriyor. Diyelim, “İki hafta sonra geleceğim” diyor ve ekliyor: “Elli silah isterim.” Hemen her defasında da itirazlar:”Etme eyleme komutan, bizde onca silah ne arasın!” Nafile! Muhtar ve öteki ileri gelenler, var olan bütün silahları topluyorlar verilen rakama göre eksik kalanları başka yerlerden bulup buluşturuyorlar, yetmedi, satın alıyorlar ve belirtilen günde hepsini hazır ediyorlar.

Bu öykünün büsbütün uydurma olduğu ileri sürülemez, sanıyorum. Olağanüstü denebilecek çoklukta silah toplanmıştır. Ama silah edinmenin kolaylaştırılması ve sokaklardan düğünlere bilcümle ahalinin yeniden müsellah hale gelmesi de yine aynı dönemde, her anlamda 12 Eylül ürünü olduğu kuşkusuz, Özal iktidarı eliyle olmuştur.

Yine 12 Eylül ürünü olduğu kuşkusuz bugünkü iktidarın hiç mi “olumlu icraat” yaptığı söylenemez peki? Bence, bir tane söylenebilir o da sigara yasağıdır. Fosur fosur tüttürmekle meşhur bir halkın çocuğu ve herhalde kırk yıl tüttürmüş biri olarak, tam da devrimci bir kesin terk kararını izleyen birkaç yıl içinde gelen bu yasaklamanın, kişisel çıkar açısından da denk düştüğünü ve benim takdirimi topladığını itiraf etmek zorundayım. Bu itirafın ne akıl almaz bir aymazlık olduğunun farkındayım: Hâlâ ne çok tüttüren arkadaşım var ve bu itiraf ile onların işbirlikçilik dahil türlü suçlamalarına karşı korunaksızlığa mahkum ediyorum kendimi.

Bununla birlikte, böyle hayırlı bir icraatı bile yüzlerine gözlerine bulaştırdıklarına ilişkin veriler az değildir. Sadece, bana çok sinir bozucu görünen birinden söz edeyim. Televizyonlarda gösterilen birtakım filmlerde, onun da neye dayandırıldığı ve ne kadar yaygın olduğu bilinmez ya, sigara içme eylemi sansürleniyor. Buradaki ilk bakışta pek komik, ama zararsız görünen görüntünün bana son derece sinir bozucu geldiğini söylemeliyim. Epey oldu, Rıhtımlar Üstünde’yi seyrediyordum galiba, filmdeki herkes gibi tüttürüp duran Marlon Brando’nun yanan sigarayı dudaklarına her götürüşünde ağzını ve parmaklarını örten bir kirli beyaz yuvarlak gidip geliyor. Bir süre sonra dayanamadım ve kapattım. O günden beri de, ne kadar sevdiğim bir eski film olursa olsun, o kirli beyaz yuvarlaklar ağızlara gidip gelmeye başlayıncaya kadar seyredebiliyorum arkasını getiremiyorum. Eh, sigara içmeyen insanlar olur da, sigara içmeyen bir insanlık olur mu? Olmuyor. Dolayısıyla, sigara içilmeyen bir sinema filmi de olmuyor ve benim film, hele de eski film seyretmem ya bir işkenceye dönüşüyor ya da imkânsız oluyor.

Bunu, yaptıkları arasında hiç değilse bazı sonuçları bakımından iyi olanları da yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar, yargısını doğrulayan verilerden biri olarak belirttim. Yine de, haksızlık etmiş olmayalım, en sonunda olumlu bir takıntısını bulabildiğimiz başbakanın bu uygulamayla nasıl bir ilgisinin bulunduğunu bilmediğimizi eklemeliyiz. Bu arada, yine muhalif olunacak bir yan bulmuş olmakla, az önce değindiğimiz kendimizi korunaksız bırakma hususunda o kadar da kötü durumda bulunmadığımızı varsayabiliriz.

Düzeni değiştirmenin peşinde olanlar, bu sözü etkili bir slogana dönüştürüp aslında hiç öyle bir niyet taşımamış politikacılar gibi değil, işçi sınıfının sosyalizm davasını güdenler açısından müzmin muhalif olmaktan doğal ne olabilir? Buradaki “müzmin” sözcüğünün en sık kullanıldığı alan hastalıklar olmasına, dolayısıyla bu tamlamadaki muhalifin ruh sağlığı ile ilgili olumsuz bir çağrışım yapılmış bulunmasına rağmen, bu nitelemeden gocunmamak, tam tersine onu benimsemek doğru olur.

Ali’ye Veli’ye değil, adı üstünde, düzene muhalif olanlar açısından muhalefetin süreğenliği, sözü edilen düzen yerle bir edilinceye kadar ortadan kalkmaz.Bu süreç içinde, muhalif olmanın, karşı çıkmanın birçok boyutu vardır. Belki de, böyle söylemek yerine ya da onun yanı sıra, karşı çıkmak tepeden tırnağa, bütün boyutlarıyla, bir bütün olarak reddetmek anlamına gelir, demek daha doğrudur.

Müzmin muhalif diyerek olumlamak istediğim, aşağı yukarı, buydu.

Böyle birinin, gelişmiş, az gelişmiş yahut çarpık oluşundan değil, doğası gereği insanlığa düşman olan kapitalizmin küf ve irin kokulu ambarından alınıp kullanıma sokulabilir, derde deva olabilir göreceği hiçbir araç ya da çözüm yoktur.