Mücadelenin en kötü sonucu

Siyasal-toplumsal mücadelenin en iyi sonucu, en tartışılmaz başarı göstergesi, kuşkusuz, iktidarın ele geçirilmesidir. Elbette, böyle demekle, her durumda geçerli ve aşağı yukarı ölçülebilir bir gösterge belirlemiş yahut yakın ve benzer öğelerini içermekle birlikte aykırı olanları dışarıda bırakan bir tanım yapmış olmuyoruz. Ancak, bu gösterge önemlilik sıralamasında en başa konmadıkça, bir devrimci için, mücadele etmenin çoğu kez akıl dışı kalmasını önleyebilecek ne olabilir?

Bunu böyle bir fütursuzlukla yazıp gidiyorum da, hiç değilse şu son 15-20 yılda, nasıl insanlar ve durumlarla karşılaşmışken, hâlâ bu tür sözleri edebilmemi kendim de şaşkınlıkla karşılıyorum doğrusu! Aslında, tanımladığım dönem, hele şimdi vermek üzere olduğum ek bilgi olmadan, şaşkınlığımı açıklamakta yetersiz kalıyor. Ek açıklama şu: Önce, böyle yazıp giderken, daha da çok konuşurken alışkanlık olduğu üzere 10-15 yıl demiştim sonra, düzeltip 15-20 yıl diye yazdım. Ek açıklamadan sonra devam edersem, yaklaşık sınırlarını verdiğim bu dönem, üç aşağı beş yukarı sosyalizmin çözülüşünün noktalandığı zamana denk geliyor.

Oysa, bu iktidar olmayı ve onun için mücadele etmeyi günah, sadece günah olmanın ötesinde, bütün günahların da anası sayma anlayışının, sosyalizmin çözülüşüyle çok sıkı bir ilişkisi olduğunu söylemek doğru değil. Bunu ileri sürebilmek için benimkilere benzer yaşantılar gerekli değil kuşkusuz çok da sıra dışı sayılamayacak bir teorik gelişkinlik de yeterli olabilir. Benim kendi yaşantılarımdan çıkarabildiğimse, “iktidar kaçkınlığı” diye adlandırdığım ölümcül hastalığın, sosyalizmin iktidarı teslim ettiği tarihten sonra azmakla birlikte, ondan çok öncelere dayandığıdır. Ayrıca, ölümcül hastalık deyişimiz de bir yanlış anlamaya yol açmamalıdır. Buradaki mecazdan yola çıkarak, ne sosyalistler öldü yok oldu, ne de sosyalizm mücadelesi, diye itiraz edilmemelidir. Burada sözünü ettiğimiz hastalık ile genel olarak canlılar için kullanılmaya alışılmış sözcüğün anlattığı hastalıklar birbirine karıştırılmamalıdır. İkincisinde, “ölümcül” denilirken yüksek ya da çok yüksek bir olasılıkla ölüm ile sonuçlanan bir hastalık söz konusu demektir. İlkindeyse, böyle deneylere dayalı yüksek olasılık kast edilmemektedir daha da önemlisi, ölümcül derken anlatılmak istenen farklıdır. Belki de burada “ölümcül” yerine “ne öldürür, ne ondurur” deyişi daha uygundur.

En iyi sonuçtan kısaca söz ettik, tamam. Peki, ötekiler? Ötekiler, derken, en iyiden daha aşağıdakiler, daha az iyi olanlar? Böyle iyilik derecesine göre bir sıralamanın anlamlı olup olamayacağı tartışmasına hiç girmeden, aradakileri atlayıp en kötü sonuca geçebiliriz.

En kötü sonuç, bize geçen yüzyıldan mirastır geçen haftaki yazımda sosyalizm yüzyılı olarak nitelenmesine katıldığımı belirttiğim yirminci yüzyıldan... Kimileri alışılmış deyişle “paradoksal” sözcüğünü kullanarak şaşırtıcılık yüklemeyi tercih edebilirler oysa, bütün olguları anlamak bakımından şart olan karşıtların birliği ve çatışması açısından bakıldığında, geride bıraktığımız, ne kadar sosyalizm yüzyılı ise o kadar da sosyalizmin içinde bulunduğumuz zamana kadar saptanabilen bütün hastalıklarıyla birlikte yaşayıp göçtüğü bir yüzyıldır.

İster küçük ölçeklerde, ister daha büyük ölçeklerde, ama kuşkusuz ikincilerde çok daha yıkıcı olmak üzere, her türlü mücadelede ulaşılabilecek en kötü sonuç ya da sonuç değerlendirmesi, “demokratikleşmede yeni bir mevzi elde etmiş olduk”, yahut, “demokrasiyi biraz daha genişletmiş olduk”tur.

Niye “sonuç” demekle yetinmeyip “sonuç değerlendirmesi” diye ekledim önceki cümlede? Şu basit nedenle: Gerçekte böyle bir sonuç elde etmek mümkün değildir. Böyle bir nesnel ve kalıcı sonuç mümkün değildir mücadeleyi yürütenlerin o yöndeki öznel bir değerlendirmesinden söz edilebilir ancak. Neden, denilirse, demokrasi kadar kaygan, ele avuca gelmeyen, isteyen hep revaçta olmuş bir sözcüğü seçerek “dinamik” diyebilir, bir olgu göstermek çok zordur. Bir devlet biçimi yahut durumu olan demokrasi, o devletin egemeni olan sınıflar koalisyonunun, ağırlıklı olarak da, o koalisyonun kurucusu ve sürükleyicisi konumundaki sınıfın belirleyici damgasını taşır o damganın gösterdiğinden farklı biçimlerde işlemesi seyrek olarak mümkündür ondan farklı sonuçlar vermesi ise, amacı ya da niyeti bakımından dışsal ve yıkıcı bir etken devreye girmedikçe, imkânsızdır.

Bunca sözün, o kadar övgü yağdırdığımız ve aslında Tekel işçilerinin ötesinde hem simgesel hem gerçek anlamıyla bütün emekçilerin mücadelesi durumuna geldiği halde bir kodlama olarak “Tekel direnişi” dediğimiz eylemin, 1 Nisan günü gerçekleşen aşamasından sonra akla geldiği için edildiği anlaşılmış olmalıdır. Amaçların belirlenişi, öncesi sonrasıyla planlanışı ve yürütülüşü açılarından, birincil sahipleri tarafından değerlendirilecektir elbette. Ama, bu sahiplerin işçi sınıfı ve o sınıfın gelişkin kesimleri arasına katıldığını kanıtlamış bir bölümü olduğu besbelliyken, değerlendirmeler sırasında bunlar da mutlaka gündemde olacaktır.

Nerede yanlış yaptık, nerede doğru yaptık, hangi noktaya kadar iyi geldik, nereden sonra çuvalladık, bütün bunlar, eylemi baştan sona götürmüş işçilerin kendilerine sorup yanıt arayacakları sorulardır. Bunların yapılacağından kuşku duymayı haklı kılacak veriler ortada yoktur.

Bununla birlikte, öncü işçilerin, iki konuda yeterli zihin açıklığına sahip olmalarını beklemek, öncülüğün tanımı gereğidir.

Birincisi, yapılanın “demokrasi mücadelesinde ileri bir adım atmak olduğu ve bunun başarıldığı”dır. Böyle bir yaklaşım, bakış açısı, ne dersek diyelim, ölümcül bir yanılgıdır ardından gelen her türlü değerlendirmeyi, ne kadar doğrular barındırıyor olursa olsun, sakatlayıcı niteliktedir.

İkincisi, hem daha beter bir eziklik ürünü pragmatizmin belirtisi olarak hem de sokaklarda meydanlarda eziyet edilen emekçilerle alay edercesine, yapılan eylemin iktidarın ve destekçilerinin demokratlık sınavından çaktıklarını gösterdiğini söylemektir.

Herhangi bir mücadelenin sonunda değerlendirme yapılırken, ulaşılabilecek en kötü sonuçtan daha da kötüsü olabilirse eğer, “Eyvallah, dövüldük, kırıldık, canımızı çıkardılar ama bunların da ne biçim demokrat oldukları ortaya çıktı -ya da, bir kez daha ortaya çıktı-” sonucuna ulaşmak, işte o, en kötüden daha kötü olandır. Demokrasinin ve onun militanı olanlar anlamında “demokratlar”ın erdemine, yüceliğine, üstünlüğüne göndermede bulunmaktır ki, yeryüzü ile gökyüzünün ve görünmezin bilinmezin bütün tanrıları ya da biricik Tanrı’sı bizi korusun ve uzak tutsun!

O saydıklarım bu işi üstlenmeyeceklerine göre, biz kendimizi korumak zorundayız.