Metin Kurt için

Ölümlerle ilgili bir yazı tasarlamış, çoğunu da yazmıştım. Şu bombalar, silahlar, çatışmalar, ölmeler, öldürmeler… Onlardan yola çıkan bir yazı işte…

O yazı kalacak. Yeniden yazılarak ya da kesildiği yerden devam edilerek haftaya tamamlanır belki.

Şimdi tek bir ölüm için yazmak durumundayım.

Yıllar önce, çok beğendiğim, pek çok kez seyrettiğim bir futbolcu. Çok sonra, ünlü futbolcu ile doğal olarak kendisinin tanımadığı yığınla seyircisinden biri arasındaki tek yanlı ilişkiden, dostluk ve yoldaşlığa dönüşmüş bir ilişki… Eylül’de Ankara’ya geleceğini öğrenmişim birkaç ay önce. Demek, bilemedin on beş yirmi gün sonra, epeydir yüz yüze gelememişken, oturup uzun uzun laflama şansı olacak.

Ama ölüp gitmiş bizim Metin.

Ondan başka ne yazabilirim şimdi?

Tamam, bambaşka bir yazı mümkün görünmüyor da, ne yazabilirim?

Kırk üç yıl önceden başlasam. Onu konu alan belgesel film için yapılan çekimlerde anlatmıştım. Kendisine anlatıp anlatmadığımı ise hatırlamıyorum. Anlatmış olsaydım, mutlaka çok sevinirdi ve o sevinçle aydınlanmış yüzü şu anda gözümün önünde olurdu. Oysa, değil. Anlatmamışım demek. Niye anlatmıyoruz sevdiğimiz insanlara onları mutlu edecek anları, anıları, izleri? Onlar geçip gittikten sonra böyle hayıflanmak için mi?

Yıllardan 1969, mevsim ilkbahar. Aynı yılın altıncı gününde ODTÜ’nün devrimci öğrencileri, Amerikan elçisinin makam arabasını yakmışlar. İkinci ayın 16’ıncı gününde ise Taksim meydanında gericiler, Türkiye İşçi Parti’li iki emekçiyi katletmişler “Kanlı Pazar” olarak yazılmış tarihe. İş başındaki Demirel hükümeti, 1961 Anayasası ile sağlanmış özgürlükleri budayan yasa tasarılarını parlamento gündemine almış parlamentoda TİP, dışarıda ülkenin ilerici güçleri direniş halindeler. Protesto yürüyüşleri, açık hava toplantıları birbirini izliyor. Devrimci üniversite öğrencileri, İstanbul ve Ankara’da ayağa kalkmışlar. Nisan başında, ODTÜ’nün de aralarında olduğu bütün Ankara üniversitelerinde öğrenciler boykota gitmişler. Birkaç gün içinde boykotlar işgale dönüşüyor. Bizde de fakültelerin yanı sıra rektörlük binası işgal edilmiş. Nedense, işçilerin “grev gözcüsü” gömlekli nöbetçilerinden esinlenerek mi acaba, ama gömleklerimiz olmadan, nöbet tutuyoruz. O günlerin birinde, Ankara’da PTT’nin Fener’le kupa maçı var hafta ortası olduğuna göre, lig değil kupa olmalı. Bir grup, devrimci nöbetimizden kaytarıp, yerimize bakacak arkadaşları da ayarlamayı ihmal etmeden, maça sıvışıyoruz. Aramızda Fenerliler de var onlarla 19 Mayıs’ın girişinde ayrılıp biz, birkaç kişi, Ankaralıların tribününe yöneliyoruz. Şimdi, bizim Metin Çulhaoğlu burada, yanımda olsa, o zamanki PTT’nin ilk 11’ini yazabilir tümünü olmasa bile, en az yarısını sayacağından eminim. Bense, şu anda o maçta oynayıp oynamadıklarına ilişkin hiçbir iz yok belleğimde ama, sonraki yıl birlikte Galatasaray’a transfer oldukları Aydın ve Tuncay dışında, bir tek Metin Kurt’u hatırlıyorum zaten sadece onu seyretmeye gitmişim.

Metin, ertesi yıl, bizim takıma, İstanbul’a geldi. Ülke futbolunda ilk kez üç yıl üst üste şampiyon oldular. Ben o futbol sezonlarının ilkinde, hayranı olduğum Metin Kurt’u, bu kez Ali Sami Yen Stadı’nda defalarca seyrettim. Ülkenin görkemli 61-71 dönemine son veren 12 Mart darbesinden tam bir hafta önce devrimci ODTÜ öğrencilerine yönelik operasyondaki kitlesel göz altından kurtulduktan sonra, darbenin de gelişiyle, Ankara’dan ayrılmış, ama adresi belli baba evinde bulunmaktan da kaçınarak İstanbul’daki akraba evlerinde üç beş ay geçirmiştim. O aylar, benim Metin Kurt hayranlığımın da en çok doyurulduğu dönem oldu. Neredeyse hiçbir maçını kaçırmamacasına onu seyrettim.

Şimdi, yıllar sonra dost olduğumuzda bana sorduğu bir soruyu hatırlıyorum. “Söyle bakalım, benim en çok hangi hareketimi beğenirdin?” Birkaç saniye duraklayarak verdiğim yanıt şuydu: “Hani, karşına aldığın bekin sahanın içine bakan yanından topu yerden, sertçe vurduktan sonra, sen öbür taraftaki taç çizgisinin üstünden, hatta dışından koşarak geçerdin ya, işte o hareketini.” Yanıtımı beğenmişti çünkü, kendisi de öyle düşünüyordu “Öyle yapıp da geçemediğim bek olmamıştır” diye de eklemişti.

Onun kendisini bir futbol emekçisi olarak gördüğü için verdiği mücadeleleri, bütün spor emekçilerinin örgütlenmesi uğrundaki çabalarını, sporla ilgili olup da bilmeyen pek yoktur herhalde. Ama ben, Tanıl Bora’nın Radikal gazetesinde 25 Ağustos günü yayımlanan, yerinde değerlendirmelerle dolu yazısındaki bazı satırlara değineceğim: “Metin Kurt, son yıllarda endüstriyel futbola öyle şiddetle muhalefet ediyordu ki, neredeyse futbol oyununun kendisine bile diş biliyordu. Futbolun (şikeye mikeye muhtaç olmadan) topyekûn batmış olduğu fikrindeydi kapitalizmle beraber tarihin çöp sepetine atılacaktı, ondan sonra belki bir oyun olarak yeniden doğardı, ona göre. Futbol âlemine –tüm âleme- bakışındaki bu radikal ‘yıkıcı’ fikirlerini, sanki özyıkımcı yaşayışla temsil ediyor gibiydi. Asri zaman klişesiyle ‘kendine hiç iyi bakmamasının’ arkasında bu öfkeyle beraber haksızlığa uğramanın hayal kırıklığı da vardı mutlaka, bilemeyeceğimiz kim bilir daha neler vardı. Ne olursa olsun nasıl ölse, ne zaman ölse yakışıklı ölecekti.”

Buradaki son cümlenin, benim yapacağım değinmeyle ilgisi yok ama, ona ilişkin bir hoş söz olduğu için atmaya kıyamadım.

Bununla birlikte, birincisi, kendisinin haksızlığa uğradığını söylemekten ve başkalarının buna yakın anlamlarda sözler etmelerinden hoşlanmadığını biliyoruz. İkincisi, haksızlığa uğradığı düşüncesinden kaynaklanan bir hayal kırıklığı içinde olduğunu da kabul etmezdi. Üçüncüsü, endüstriyel futbol konusundaki şiddetli muhalefetine benim gibi pek çok kişi katılır ama yıkıcılığını bir tür özyıkıma kadar götürdüğü yakıştırmasına, yine benim gibi pek çok kişi karşı çıkacaktır. O, hızla yıkıma sürüklenen bu topraklarda dişiyle tırnağıyla kök salmaya uğraşan bir partinin üyesiydi ve daha bir yıl önce milletvekili adayı da olmuştu.

Metin’le ilgili bir yaşantımı daha aktarıp bitireceğim.

Yıl 2004 ya da 2005 olabilir. Eylül 2001’de kurduğumuz soL Meclis’e Metin Kurt da katılmıştı. Ankara’da yapılan bir toplantı. Metin ilk kez katılıyor. Oturumu ben yönetiyorum. Bir ara, derin ideolojik ve politik tartışmalardan yorulup bunaldık ya da ben öyle sanıyorum, kendime haksızlık etmeyeyim şimdi, karşımda oturan insanların çoğunun yüzlerinden bunu çıkarmamak neredeyse imkânsız. Ne yapılabilir diye düşünürken, karşımda, orta sıralarda oturan Metin’e ilişti gözlerim. İşte o anda kafamda kurtarıcı şimşek çaktı. En iyisi, Metin’e söz vereyim, o futboldu, attığı gollerdi, şunlardı bunlardı derken, bunlara da yer verir elbet, biraz ferahlarız. Bu umutla ve göz ucuyla, söz isteyenlerin adlarını yazdığım önümdeki kâğıda baktım: Metin söz istemiş, ama ondan önce daha dört beş kişi var. Eh, oturum başkanlarının böyle bir hakkı her zaman olmuştur, o sırada konuşan üye sözlerini bitirir bitirmez, söz sırasında kimsenin anlama imkânı bulunmayan küçük bir değişiklik yaptım ve “Biliyorsunuz, eski milli futbolcu Metin Kurt arkadaşımız da meclise katılmış bulunuyor. Şimdi söz sırası onda!” diyerek Metin’e söz verdim. Lakin, heyhat, Metin daha konuşmasının başlarında “Bu düzende atılan her gol emekçilerin kalesine giriyor.” dedikten sonra bir konuştu ki, ne attığı goller ne yaşadığı ilginç olaylar var, baştan sona “ideolojik”! Sonuç olarak, ferahlamak bir yana, yorgunluğumuz daha da artmıştı. Metin’in konuşmasının hemen ardından ara verdim ve yanına yaklaşıp sitem ettim: “Yahu, Metin, bir de sana iltimas geçtik. Mahvettin bizi!” Hiç unutmuyorum, haklı olarak şaşırmış ve çocuksu bir saflıkla “Ben ne yaptım ki abi?” demişti.

Onu en iyi anlatan, “Gladyatör” başlıklı kitapta yer verilen şu sözleriydi galiba: “Kişi, öğrendiği kadar dürüst olur. Öğrendiğin zaman, karşında güçler, engeller vardır. (…) Gençlik dönemlerinde insanlar başkaldırır. Öğrenme süreci vardır. Öğrenmeye başladığın anda yollar da ayrılmaya başlar. İşte orada sen neredesin?”

Metin Kurt, sürekli öğrenmeye çalışmış bu uğraşı sayesinde nerede olması gerektiğini öğrenmiş ve doğru yerde bulunmayı bilmiştir.

Onun eleştirse de sevdiği futbolcu arkadaşlarından biri, kaleci Eser Özaltındere, Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçte şunları söylemiş: “Bundan sonra artık sporcuların öz güçleriyle kendilerine ait demokratik bir kitle örgütünü hayata geçirebilmeleri pek mümkün gözükmemektedir.”

Pek kötümser görünse de gerçekçi olmadığı ileri sürülemeyecek bir öngörü doğrusu. Her şey bir yana, Metin Kurt gibi hem işini çok iyi yapan hem de boyun eğmeyen kaç sporcu var, ya da, bir kişi bile var mı?

Uzak yıllarımın hayranlık duyduğum futbolcusuna, yakın yıllarımın yoldaşına bir selam da benden gitmiş olsun.

Ne çok böyle selamlar gönderiyoruz ve içimizin yanması hiç durmuyor!